Benim muz salyangozu kızım

Category:

Bu sabah iş yerine geldikten sonra kendimi bilgisayarımın başında bir salyangoz cinsini araştırırken buldum. O anlara kadar muz salyangozu cinsi hakkında hiç bir fikrim ve bilgim yoktu itiraf etmem gerekirse. Muz salyangozu cinsinin 3 türünden özellikle "Ariolimax californicus (Kaliforniya Muz Salyangozu)" olarak adlandırılan türü ilgimi çekti. Animal Planet kanalı açık bir TV ekranının yerine bilgisayarımın ekranında bu sarı yaratığı gördüğüm ilk an "boşver, uzak dur bu aşırı yapışkan salgı bırakarak dolaşan tuhaf hayvandan" dedim. Ama kendime rağmenliğim tuttu ve okumaya devam ettim.

Tür, Kaliforniya'da yaşayan ve salyangoz cinsleri arasında özellikle bıraktığı salgıyı kendisini savunmak içinde kullandığı yöntemlerle ayrışan bir canlı. Kendisini ısırmaya çalışan bir başka hayvanın çenesini bıraktığı salgıyla "süper" bir biçimde yapıştırabiliyor örneğin:)

Aslına bakarsanız, zoologların merak etmeyecekleri yönüyle ilgimi çektiğini söyleyebilirim bu salyangozun. Tarantino'nun mutlaka izlediğiniz 1994 yapımı Pulp Fiction adlı filminde, Vincent Vega karakteri ile rol alan Jhon Travolta'nın filmin bir bölümünde üzerine giydiği tshirtün önünde de yer alan bir logo konuya dair araştırma yapmama sebep oldu. Muz salyangozu, (Banana Slug) 1965'de kurulmuş Kaliforniya Santa Cruz Üniversitesi (University of California, Santa Cruz) 'nin maskotu ve sembolü. Bir üniversitenin böyle bir hayvanı kurumsal logosuna ve yıllarca kendisini tanımlayacak bir maskota çevirmesi hiç kolay alınmış bir karar gibi gelmedi bana. Zaten bu seçimi yaparken öğrencilerin çoğunluğu itiraz etmiş. Hayvanın bölgeye öz bir tür oluşu dışında diğer tür ve cinslerine göre üstünlükleri bu kararın alınabilmesinde etkili olmuş. O üniversitede okuyan öğrenciler kendilerine "sizler birer sümüklü böceksiniz" dendiğini düşünmüyorlar muhakkak. Güçlü ve farklı yönleriyle muz salyangozu kadar özel oldukları bakış açısıyla okuyorlar.

Sonra, ülkemizde kullanılan kurumsal (yalnızca üniversiteler değil) arma, logo, maskot ve sembolleri hatırladım. Eğer bir hayvan olacaksa bu çoğunlukla yılan, baykuş, kartal, şahin, aslan, at gibi hayvan ve türlerinden seçilmiş çoğunlukla. Elbette bu farklı coğrafyalarda da görebileceğimiz bir yaklaşım. Yalnızca ülkemize ait bir tutum değil ama bu tutumun tanımlanabilir bir toplumsal psikolojiden ileri geldiğini söylemek hatalı olmaz. (Çıkarımlar için iyi bir ölçek olmasa da bir istatistik vermek isterim. Google'da tırnak içinde yapılan "muz salyangozu" arama sonucu 58 adet -ki hiç biri bu hayvan hakkında size doyurucu bir bilgi sunmuyor-, "aslan" kelimesi arama sonucu ise 32.600.000 adet oldu.)

Evrimini "minik kuzu"dan, "aslan parçası"na (cinsiyetlere göre değişen söylemlerimiz var) doğru gerçekleştiren Türk insanı, genetik olarak kendisinde var olduğunu düşündüğü yırtıcılık, hoyratlık, delikanlılık, erkek gibilik v.b. kavramları gururla taşır ve anlatır. Kişisel gelişim üzerine yapılmış araştırmalar ve bu konuda geliştirilmiş teoriler ve hatta kanıtlanmış bilgiler genlerimizde var olan(!) hiç bir davranışı bizden uzaklaştırmaz.

Toplumların ve bireylerin genel yaklaşımlarının hangi evrim süreçlerinden geçtiğini de bizlerle paylaşan "Spiral dinamikler" teorisi gözlüğü ile konuya yaklaşmaya çabaladığımda ise şunları söyleyebiliyorum;

İnsanların gözlemlenebilen olduğundan daha çok gözlemlenemeyen davranışlarının olması, toplumun evrimsel olarak hangi "mem*"de olduğuna dair işaretleri gizleyemez. Toplum içerisinde farklı "mem"de olan bireyler, genel tutumu etkileme gücüne büyük çoğunlukla sahip değiller. Tüm bunlara rağmen evrensel evrim süreci devam eder ve içinde yaşadığımız toplum bireyleri ve yeni nesiller çeşitli etkileyenler yoluyla evrensel evrimin içerisinde konumlanmaya başlarlar. Örneğin; Dünyadaki genel yaklaşımın bireysellik-birey özgürlükleri olduğu bir dönemde, toplumsal-geleneksel değerleri ön planda tutan bir yaklaşımla yaşayan toplumlar olabilir ama o toplum içerisinde genel yaklaşımın etkileri, hatta çıktıları muhakkak görülecektir.

Çocuk sahibi birey olarak, kızımın "turkuaz mem"(değerler : küresel esneklik, küresel duyarlılık, karşılıklı bağımlılık, küresel bakış açısı, evrensel saygı ve hoşgörü, diyalog, empati, açıklık, değişim ve gelişime açıklık, çok kültürlülük, network) de bulunan bir birey olduğunu hissediyorum. Henüz çok küçük olması, evrim sürecinin daha çok başında olduğu anlamına gelmez. Hatta doğru şartlar oluştuğunda yeni "mem"lere çok daha hızlı adapte olabilecek dinamikleri de biriktirebilecektir. Kendimi daha çok "sarı mem" (değerler : Esneklik, dinamiklik, farklılıklara saygı, hoşgörü, kompleks düşünme, görecelilik, yeniliğe açıklık, değişim ve gelişim, ekolojik denge, sistem duyarlılığı, ikinci dereceden öğrenme) de tanımlıyorum. Yani henüz Hande Betül (kızım)'ün bulunduğu noktada değilim. İçinde yaşadığımız toplumun ise hangi "mem"de olduğunu sizin araştırmayı merak edeceğinizi umuyorum.

Muz salyangozu minik kızımın ve sizin kızlarınız ve oğullarınızın "aslan parçaları" da olarak çok mutlu olacaklarından eminim. Ama yine de "minik kuzu"larımıza muz salyangozunun da özelliklerini anlatmayı unutmayalım. En önemlisi ise, onların bizim çağımızda yaşamalarının değil, bizim onların çağında yaşayabilmemizin kıymetli olduğunu kendimize sürekli hatırlatalım.

Spiral dinamikler teorisi ile ilgili bu yazıda kullanılan kaynak için tıklayınız.

*Modelin temelinde MEM kavramı yatıyor. İlk kez biyolog Richard Dawkins tarafından ortaya atılan kavram, kültürel gelişim ve aktarımın temel birimini ifade ediyor. (kaynak : http://blog.milliyet.com.tr/spiral-dinamikler/Blog/?BlogNo=6777 )

Gün Doğmadan

Category:

Bakış açısını değiştirmek üzerine bir yazı yazmayı planlıyordum. Bakış açısını değiştirmek üzerine okuduğum çok sayıda kitabı, araştırmayı ve deneyimlerimi düşündüm. Kendimi başarılı bulduğum bir konuda yazı yazmanın zorluğu ile durdum.

Öncelikle aklıma gelen cümleler şunlar oldu;

"Tanıdığım tüm insanlar bakış açısını değiştirebilmenin hayatı daha konforlu hale dönüştüreceğini biliyor. İş, bakış açısını değiştirmeye geldiğinde ise çoğu bu çabanın zahmeti karşısında tembel yönünü devreye sokuyor diye hissediyorum."

Bakış açısını değiştirmek üzerine yazmaya başlayacağınız bir yazının bu cümlelerle başlaması önce mantıklı göründü fakat bakış açımı değiştirmem gerektiğine karar verdim ardından. Bakış açımı değiştirebildim mi bilmiyorum ama sonra aşağıdaki gibi yazmaya karar verdim. (Şu an başlıyorum, çünkü daha önce bir yerlere not alarak hazırlık yapmıyorum)

1995 yılının sonrasında olduğunu yeni farkettiğim bir yılda evde yalnızdım ve elime tv kumandasını alıp kanalları dolaşmaya başladım. Bir film kanalında durmaya karar verdim. Trende sohbet eden bir kız ve oğlan vardı filmde. Sohbet ediyorlardı. Aksiyon olmadığından sıkıcı bir filme denk geldiğimi düşündüm ama yeni başladığını farkettiğim için kanalı değiştirmedim. İki genç insanın sohbeti ilgi çekiciydi açıkcası. Bir sahnede Amerikalı genç adam, Fransız kıza, ertesi gün uçağı olduğunu ancak parası olmadığından Viyana'da 14 saat zaman geçireceğini söyleyerek kendisine eşlik etmesinden mutlu olacağını söyledi. Kız bu teklifi kabul etti ve Viyana sokakları, insanları arasında gün doğana kadar geçen saatler boyunca iki insanın yaşama dair bakış açılarını birbirlerine anlattıkları harika diyaloglar dinledim. Bu diyalogların bir film senaryosu olması yaratıcı ve güzeldi ama durağan bir film izliyordum. Viyana sokaklarında ki sahnelerde iki gencin birbirlerine yakınlaşıp sevişeceklerini düşündüm. Sevişme sahnesi en azından filme biraz hareket katabilirdi. Bu olmayacaksa bile birbirlerine sırılsıklam aşık olacaklar ve adamın evlilik teklifi ile son bulacaktı film. Ama saatler bittiğinde sadece ayrıldılar. -Aşk temasının varlığını kabul ediyorum-;)

Film bittiğinde kendime şunu sordum. Neden? Yani bir yönetmen ve ya yapımcı neden böyle bir film çekmiş olabilir. Para kazanmak için çalışan bu insanların, daha hareketli sahneler, korku faktörleri, heyecanlandırıcı anlar eklemeleri gerekmiyor muydu filmlerine? Biçim olarak baktığımda gördüğüm şu oldu; tren yolculuğunda tanışan iki insan sohbet ederken birden birlikte inmeye ve sabaha kadar sadece sohbet ederek vakit geçirmeye karar verirler. Amaç, Amerikalı adamın uçak saati gelene kadar oyalanmak. Gerçek şu ki o an aklıma yeni bir soru geldi ve filmin benim için anlamı değişti. Aynı şeyi yapabilir miyim? 

Yeni tanıştığım birisi bana hadi gel 14 saatini benimle geçir, sohbet edip, eğleniriz deseydi...tren yolculuğumu, ertesi günümü umursamadan "evet" der miydim? der miydiniz? Bu teklifi kadın adama, adam kadına, kadın kadına, erkek erkeğe yapabilir. "Evet" dememize engel olan onlarca zihin oyununu aşıp, kendimize rağmen "evet" diyebilir miyiz? Film bunu dert ediyor muydu bilmiyorum ama yönetmenin kesinlikle bu kadar düz, basit, sakin bir film çekmesinin durumun kendisinin sıradışılığı ile çok ilgisi vardı ve bu ilgi son derece özenle yerleştirilmişti akışa.

Bakış açımızı değiştirmediğimiz sürece "evet" diyebileceğimiz ve dediğimiz de hayatımızın fırsatı olabilecek ne kadar çok şeyi kaçırdığımızı biliyor muyuz? Bu kadar büyük sonuçlar sunmayacak olsa bile yaşamımızı daha anlamlı kılmak adına biriktirmemiz gereken "deneyimler"den kaçını yaşayamıyoruz. Böyle bakınca filmin kişisel hayatım için çok değerli bir deneyim olduğuna karar verdim.

Bu filmin adını henüz bugün öğrendim. Yıllar sonra :) Bu bir itiraf, evet. Filmi izlediğimde yaptığım sorgulamanın ardından filmi sinema değeri açısından hiç merak etmedim çünkü. Yıllar sonra bu yazıyı yazmak için "peki o filmin adı neydi" diye sordum kendime. Google'ı açıp arama yaptım. Arama yaparken şu cümleyi yazdım; "trende sohbet ederken trenden inmeye karar veren iki insan"

Sonuç olarak, filmin adına da, fragmanına da, oyuncularına da ulaştım. Filmin adı : Gün Doğmadan'dı.

Seçme şansı bırakmayan marka

Category: ,


Ürün ve/veya hizmetlerin benzerlerinden farklılaşabilmesi, ayırt edilmesini sağlayan "algı"ya marka diyebiliriz. Bu algıyı ses, logo, şekil, harf v.b. unsurlara yüklemekle yetinmek markanın gerçek anlamını zayıflatan bir argüman gibi geliyor kulağa. Markalaşma sürecinin sonunda, satışa sunulan ürün/hizmet tanımlanabilir ve farkedilebilir bir ayrıcılığa sahip olur. Müşteriye seçme şansı bırakmayacak hale gelmek ise her markanın rüyası...

1994' de kurulan Agent Provocateur markasının da elde ettiği başarıyı "seçme şansı bırakmayan marka" noktasında görebiliriz. 2013 sonbahar-kış koleksiyonu tanıtım filmi ile bir kez daha kendini bizlere hatırlatan Agent Provocateur, Kylie Minoque'un 2002 yılında oynadığı ya da "Love me tender" ismiyle 2011 yılında sevgililer günü için Greg Williams imzalı çekilen reklam filmi ile de etkileyici çıkışlara imza atmıştı. Elbette bu iki örnek dışında da çok sayıda başarılı kampanyayla birlikte...

Özellikle tanınmış modeller, yönetmenler, sanatçılar ya da oyuncularla birlikte hareket etmeyi seven marka, başarılı prodüksiyon şirketleri ve ajanslarla çalışarak işini şansa bırakmadığını da kanıtlıyor daima.

Tüm bu başarı hikayesinin arkasında belli başlı isimler yazılabilirse de ben aşağıdaki listeyi vermeyi tercih ediyorum.

  • Kaliteli ürün/servis
  • Etkileyici tasarım
  • Yetenekli ekip
  • Cezbedici ambalaj/sunum/gösterim/mağaza
  • Güçlü tedarikçilerle çalışma
  • Başarılı kurumsallaşma
  • Marka yüzü/ünlü kullanımı
  • Vizyon/Uluslararasıl lansman
  • Sürdürülebilir iletişim
Markanın mimarlarından Kim Winser'ın, başarının sırrı olarak dillendirdiği bu maddeler, aynı zamanda marka yaratma çabasına sahip tüm işletmeler için de bir yol haritası niteliğinde.

Yeni reklam filmi, ilgi çekici senaryosu ve görüntüleri dışında, Penelope Cruz'un ilk yönetmenlik deneyimi olması açısında da merak uyandırıcı. Cruz, senaryosunu da yazdığı film de kendisi gibi ünlülerle çalışma fırsatının yanında diğer oyuncuların tamamını da bizzat kendisi seçmiş. Bir notta şu; kardeşi Monica'yı da hamile olarak bir karede görebileceksiniz. 
Künye şu şekilde;

Senaryo : Penelope Cruz
Yönetmen : Penelope Cruz
Sanat Yönetmeni : Sonia Aranzabal
Müzik : Optimist
Prodüksyon : .Twentyfourseven, İspanya
Oyuncular : Miguel Angel Silvestre, Irina Shayk ve Javier Bardem, Mónica Cruz

Zevkle izleyin..

Distopya'ya doğru sürüklenirken...

Category: ,

George Orwell'ın 1984 adlı kitabını çok sayıda insanın okuduğunu düşünüyorum. En azından filmini izlemiş olduğunuzu varsayıyorum. 1984, totaliter bir imparatorluğu ve abartılmış görünse de insanlığın bir dönem ulaşabileceği istenmeyecek "son"u anlatır. Detaylıca günümüz devletlerinin yapılanmalarını, planlarını, iletişim tonlarını, toplumların yaşadığı buhranları ve sorunları gözlemlediğimizde imkansız gibi görünmeyen bir "öngörü" oluverir 1984. Alegorik ve distopik türün başarılı bir örneği olarak 1984,1947-1948 yılları arasında yazılmış bir eser olarak "Big Brother (Büyük Birader)" ve "düşünce polisi" gibi günümüz dünyasını tanımlarken de kullandığımız önemli kavramları bize kazandırmıştır.

Toplum tasarımı kavramı ise, binlerce yıldır dinlerin, filozofların, bilim adamlarının, devlet yöneticilerinin ya da düşünce önderlerinin üzerinde çalıştığı bir konu. Distopya, bu tasarımlar içerisinde en kötümser senaryoyu, yani totaliter ve baskıcı bir dünya devleti fikrini öne süren olumsuz bir kavram. Bir diğer anlatımla, olumsuz ütopya.

Ütopya ise, ideal toplum tasarımı adına erişilmezi tasarlar. Yunanca "yok/olmayan" anlamına gelen ou, "mükemmel olan" anlamındaki eu ve "yer/toprak/ülke" anlamındaki topos sözcüklerinden türemiş bir kelime Ütopya (Utopia) (kaynak). Bu kavramla belirtilen anlamda ilk kez üniversite yıllarımda okuduğum Thomas More'un Utopia adlı eseri ile tanıştım. More, herkesin devlet için çalıştığı ve mülkiyet hakkı bulunmayan toplumun, mübadele ile yaşamını idame ettirdiği bir senaryoyu ön görür.  Bu kitabın içeriğinden daha çok, More'un devlet adamı, hukukçu ve humanist bir kişi olmasının yanında aynı zamanda idealist bir bilim adamı olarak yazdığı eseri deneysel bir saha da uygulama çabasının varlığı etkileyicidir.

Bu yazıyı yazmama sebep olan ise benzer bir çabayı More'dan çok yıllar sonra ortaya koyan Jacque Fresco adı. Fresco, 1916 doğumlu. 97 yaşında genç bir adam olarak, hala insanlığın daha sürdürülebilir bir yaşam kalitesine nasıl kavuşabileceği konusunda çalışmalara devam ediyor. Mucit, yazar, toplum mühendisi, endüstriyel tasarımcı gibi ünvanlardan daha çok Venüs Projesi'nin yaratıcısı olarak anılmayı kendisi de daha çok tercih ediyordur muhakkak.

Fresco, portre sanatçısı Roxxanne Meadows ile birlikte 1970 yılında, Florida'da 85.000 metrekarelik bir alanda, ön gördüğü toplum fikri için geliştirilen şehir tasarımlarını modelliyor ve sergiliyor. 1984 kitabının distopik senaryosu ve günümüz dünyasının şartlarının bu senaryoya kazandırdığı inandırıcılık tam beni korkutmaya başlamışken keşfettiğim bu bakış açısı umutlanmama sebep oluyor. Proje'nin amacı olarak web sitesinde aktarılan metnin içinden bir bölümü bu noktada paylaşmak isterim.

"Venüs projesinin planları, herkes için yeni bir barış ve sürdürülebilirlik çağına doğru yönlendirilmiş, bilimsel imkanlara dayanan daha geniş spektrumlu seçimleri topluma sunar. Kaynak-bazlı ekonominin uygulanışıyla ve birden çok yenilikçi ve çevre dostu teknolojilerin doğrudan sosyal sisteme uygulanışıyla, Venüs projesi tasarıları, suç oranlarını, yoksulluğu, açlığı, evsizliği ve günümüz dünyasında yaygın olan diğer bir çok baskın problemleri, dramatik bir şekilde düşürecektir."

Proje'yi (organizasyonu da denebilir) en iyi Fresco anlatabilir diye düşündüm ve aşağıdaki videoyu ekledim. Seyrettikten sonra daha uzun ve farklı versiyonlarını da araştırmanızı tavsiye ederim. (örneğin)



Venüs Projesi'nin web sitesini incelemek için tıklayınız.

Yorumlarınızı beklediğim bir soru

Category:

Bu gün ofisin terasında sohbet ederken aklımıza geliveren bir şey oldu. Aslında basit bir soru. Şöyle ki;

Büyük ya da küçük tüm reklam verenler, dünyanın her yerinde 1 yıl süre ile pazarlama iletişimi faaliyetlerini durdururlarsa ne olur? 

Elbette offline-online, yazılı-görsel v.b. tüm kullanımlarla birlikte eventler, mağaza içi uygulamalar v.b. işler de dahil. Yani "sıfır" harcama olması durumu tamamen.

National Geographic kanalında izleyeceğiniz bir belgesel olabilirdi bu konu. Daha önce "bir anda tüm insanlar yok olsa ne olurdu" gibi bir versiyon izlemiştik.

Reklam ve pazarlama faaliyetlerine bağlı çalışan medya ve reklam sektörünün hemen etkileneceği kesin bu durumdan. Ancak üzerine düşündükçe işin sadece sektörel bir çöküntüye sebep olmayacağını anlıyorsunuz. Durumun etkileri konusunda onlarca başlık sıralamaya başlıyor insan.

Bizim konuştuklarımızı burada yazmamaya karar verdim. Yönlendirmiş olmak ya da engellemiş olmak istemediğimden.

Eğer zaman ayırmış ve düşünmüşseniz bu yazının altına yorum olarak iletmenizi rica ederim.

Şimdiden teşekkür ederim.

Juan Carlos Aduviri

Category: , ,

Even The Rain Fragman | sinemalar.com

Bayram tatilinde İstanbul'da olarak, şehrin gerçekten yaşanabilir haliyle baş başa kalanlardanım. Evde ise yapılacak en güzel meşguliyet, film izlemek. Bir dostun tavsiyesi ise seyrettiğim filmin orjinal adı "Even the Rain". Türkçeye "Yağmuru bile" olarak çevrilmiş.

2010 yılı Fransız, İspanyol ve Meksika ortak yapımı film, medeniyetler yatağı Bolivya'da çekilmiş. Film, 2000 yılında bahçelerin şehri diye de anılan Cochabamba'da, su kaynaklarını özelleştirilmesi ve bu süreçte meydana gelen fiyat artışları ile birlikte yerel halkın su sıkıntısının yanında ekonomik olarak yaşadığı dar boğazı ve ortaya çıkan isyanı konu alıyor. Bu isyana tarihte ilk "Su Savaşları" da deniyor. Halkın taleplerinin kabulüyle son bulan bu iç isyanı, 500 yıl önce yaşanan ve Kristof Kolomb'un yerli halka uyguladığı acımasız politikaların etrafında dolaşan bir filmin çekim telaşı arasında izleyebiliyorsunuz. Temel insan hakları mücadelesi olarak görülmesi gereken Kristof Kolomb'un yerli halka karşı yaptırımları ile 20. Yüzyıl'da yaşadığımız sorunlar son derece iç içe ve kıyas edilebilir bir halde sunulmuş.

Filmde isyanın baş aktörlerinden ve aynı zamanda çekilmeye çalışılan film içindeki filmin de önemli oyuncularından birisi olan Daniel karakteri, etkileyici bulduğum oyunculuğu ile bu yazıyı yazmama vesile oldu. Gerçek adı Juan Carlos Aduviri (ek) olan oyuncunun üstlendiği iki farklı karakteri benzer bir ruh hali ile son derece etkileyici oynadığını ilk sahnelerde gözlemleyebildim. Aduviri, Bolivya'nın El Alto bölgesinde yaşayan yerli halktan birisi aslında. Kardeşi 8 yaşında ilk sinema filmi Rambo'ya götürdüğünde hangi mesleği yapacağına karar vermiş. 2006 yılına kadar sinema okulu bulunmayan El Alto'da aktör olmak için ciddi bir mücadele vermiş. Eğitimli ama tecrübesiz bir oyuncu olan Aduviri'nin halkının alkol, uyuşturucu, evsizlik ve çetelerle mücadele içinde olan fakirliğine de bir rol model olma sorumluluğunu üstlenmiş. Kişisel hayat mücadelesi ile olgunlaşan bir oyunculuğu filmde izlemek mümkün. Aduviri, rol yapmadığını, yaşadığı hayatın bir yansımasını izleyiciye sunduğunu apaçık belli ediyor. Bu da farkedilebilir derece de gözlemleniyor.

Bir filmde bile hiç tanımadığınız bir oyuncu, ne kadar profesyonel ve deneyimli olurlarsa olsunlar diğer bütün oyunculardan "en derinden arzulamış olmak" lüksüyle ayrışabiliyor. Kişisel deneyimlerim sonucunda gözlemim ise bunun yalnızca sahnelerde geçerli olmadığı yönünde. Hemen hemen her iş kolunda sürdürülebilir ve çok etkileyici bir başarı varsa arkasında daima "şiddetli arzu"nun olduğuna inanıyorum. Arzu, tutkudan daha farklı olarak, sabırlı, istikrarlı ve odaklı olarak çalışmayı anlatıyor bana.

Etrafınıza şöyle bir bakın ve o arzuyu hissettiğiniz insanları görün. Hikayesini merak etmeyi unutmayın! 
Ben öyle yapıyorum.

Ankara'da 3 yıl

Category: , , ,

Bugün çalıştığım kurum Nokta' nın Ankara ofisinde son mesai günüm. Profesyonel olarak Ankara'da geçirdiğim 3 yıl içerisinde neredeyse her hafta İstanbul'a giderek müşterilerimizle bir araya geldim ve Ankara'da konumlanmanın yaratabileceği dezavantajlara rağmen müşterilerimize bu dezavantajın ortaya çıkartabileceği hiç bir olumsuzluğu hissettirmemeye gayret ettim. Nokta' nın bu konuda var olan becerisini kişisel olarak pekiştirdiğime inanıyorum.

İstanbul merkezli bir sektör içerisinde Ankara'dan işleri yürütmenin "önemli deneyimler" anlamına geldiğini biliyorum. Ankara'nın bana öğrettiklerini biraz düşünmeye çalıştım ve şunlar aklıma geldi;

  • İşiniz için ihtiyacınız olmayan bilgiden/iletişimden uzak kalıyorsunuz. Bu zorunlu koşul, işinize daha çok konsantre olmanıza imkan sağlıyor.
  • Şirket içi organizasyonun verimliliğine zaman ayırabiliyorsunuz ve bu organizasyonun performansını diğer şirket organizasyonları ile kıyas edebilir halde oluyorsunuz.
  • İş geliştirme, planlama, strateji ve vizyon-misyon oluşturma gibi işlere daha kaliteli zaman ayırabiliyorsunuz. Çalışanların belirlenen stratejiye bağlılığını artırabilmek için gerekli ortamı yaratabiliyorsunuz.
  • Kısmen kişisel rekabetten uzak bir ortamda, egonuzdan uzaklaşarak, kendinizi geliştirmeniz gereken alanları tespit edebiliyor ve bu gelişme alanları için kişisel planlama yapabiliyorsunuz.
  • Zihninizi İstanbul'un sosyal-ekonomik şartlarının oluşturduğu olumsuz psikolojiden koruyabiliyorsunuz. Gelecekte atacağınız kişisel ve kurumsal adımlar konusunda dış etkenleri azaltarak düşünme fırsatınız oluyor.
  • Pazara olan mesafenin olumlu bir algıya nasıl dönüştürülebileceğini öğreniyorsunuz.
  • Müşterilerinizle bir araya gelişiniz için iyi hazırlanabiliyor ve birlikte olduğunuz zamanı en verimli şekilde kullanabiliyorsunuz. Çünkü kısıtlı bir zamanınız ve almanız gereken sonuçlarınız var.
  • Sektöre uzaktan bakabiliyor ve hangi konularda avantajlı olunabileceği/fark yaratılabileceği hakkında gözlem yapabilme yeteneğiniz oluşuyor.
  • Kişisel kariyeriniz için ihtiyaç duyduğunuz tüm bilgi ve becerinin kalıcı hale gelme ihtimalini artırıyorsunuz. Bu doğuştan gelen yetenekleriniz dahil her anlamda gelişmenizi mümkün kılıyor.
  • Profesyonel bir iş hayatı için bana sorarsanız öğrenilmesi gereken en önemli şeylerden birisi olan minimum kişisel tatmine rağmen maksimum verimle işinizi yapabilmek adına motivasyon oluşturabilmeyi öğreniyorsunuz.
Hızlıca aklıma gelen bu maddeler dışında da çok sayıda olumlu sonuç çıkartabileceğimi biliyorum. Elbette ki hepsi kişisel deneyimlerimle, kendimin çıkarımlarından ibaret. Bu olumlu sonuçların Ankara'da olmaktan daha çok işe nasıl baktığınızla ilgili olduğu da açık. Ankara koşullarında elde edilebilmesi daha kolay olan bu sonuçların hangi şehirde olursanız olun alınabilmesinin/yaşanabilmesinin mümkün olduğunu bilmem ise en değerli çıktı olarak cebime koyduğum bir kıymet. Bu, sistem kurabilir, yaratabilir olmak ve mevcut sistemleri değiştirebilmek gibi yetkinlikler geliştirmek için oldukça önemli bir değer.

Olumsuz maddeler yazmak isterdim ancak çoğunluğu kişisel alışkanlıklarım, arzularım, sosyal ihtiyaçlarım gibi başlıkların altında konumlandığından burada yazmayı uygun bulmadım. Tüm olumsuzlukları yukarı da yazdığım son olumlu madde içerisinde yer alan olumsuz bir cümlede toplayabilirim aslında. Minimum kişisel tatmin.

Yeniden merhaba İstanbul.

Electrolux: 43dB Symphony

Category: , ,


Marka, hedef kitle, strateji, pazarlama, yaratıcı fikir, zaman, planlama, iletişim, duygusal bağ, "media first" ve illa ki yaratıcı mecra kullanımı v.b. çok sayıda kavramın konuşulduğu, üzerinde "brain storming"ler yapılan bir sektörün çalışanı olarak, markanın hedef kitle seçmeyip, hedef kitle yarattığı, şaşırtıcı olabildiği, fikrin yaratıcılığı kadar uygulamanın ve planlamanın da doğru yapıldığı, duygusal pazarlama konusunda bir değer ortaya koyan, zaten yaratıcı çalışmaları gözümün önünde tutmayı önemsiyorum. Bu işin onlardan birisi olduğu muhakkak. Eminim izlediğiniz de siz de beğendiniz daha önce. -ya da şimdi.

Ancak bu blog yazısı için farklı nedenlerim de var. Şöyle ki;

Bu bloga yaklaşık 2,5 yıldır içerik girişi yapmıyordum. İş hayatının yoğun temposu, bedensel/zihinsel yorgunluk ve özel hayatın koşuşturması gibi başlıklar altında sürekli kendimi affettiğim bahanelerim oldu.

Çalışma hayatı, hobi olarak gördüğünüz ve aslında işinize önemli miktarda katkı sağlayan zihinsel faaliyetlerden sizi uzaklaştırdıkça gerçek anlamda verimli çalışmak için ihtiyaç duyduğunuz heyecan da azalmaya başlıyor. Bu farkındalığımın bir kaç yıldır içimi kemirdiğini itiraf etmeliyim. Daha fazla kemirmesine izin vermeyecek kadar da akıllı olduğumu kendime kanıtlamak istiyorum. 2013 yılı Temmuz ayında yaşadığım değişimlere, yeniden "bloglama"ya başlamayı da ekliyorum.

Diğer yandan, içinde bulunduğum sektörle ilgili sahip olduğum bilgileri zaman zaman paylaşma fırsatı bulduğum platformlar söz konusu olabilse de kişisel kariyerime de katkı sağladığına emin olduğum, özel ve genel konuşma alanlarında belki de paylaşmadığım deneyimlerimin/tecrübelerimin/fikirlerimin daha önce ki dönemlere nazaran çok daha anlaşılabilir/anlatılabilir ve faydalı bir hale geldiğini biliyorum. Bunları paylaşmanın daima yeni, farklı ve güncel geri dönüş alanları oluşturması ise en çok ilgilendiğim başlık. Bu durumun daha çok kişisel deneyim ve görüş aktarımı konusunda beni teşvik edeceğini varsayıyorum.

Daha hızlı olmanın şart olduğu yeni dünya düzeninde hızın zararlı yan etkilerinden nasıl kurtulabileceğimi de anlamaya çalışıyorum. Dün okuduğum bir makalenin özeti niteliğinde olan "hız için, ölç, motive ol/et ve örnek ol" cümlesi, hızın neleri doğru yapmanızla en faydalı hale getirilebileceğini de anlatıyor. Blog yazma sürecinin bu 3 iyileştirici unsuru sağlayabildiğini düşünüyorum.

Umarım, "okunmak için değil, kendin için yaz" kuralından uzaklaşmadan sürdürebileceğim bir paylaşma dönemine girebilirim.

Göreceğim:)

Marka : Electrolux
Ürün : Electrolux Ergothree
Ajans : tbwahakuhodo Japonya / http://www.tbwahakuhodo.co.jp
Müzik : Bizet - Carmen Overture
Konu : 43dB Ses düzeyini geçmeden Carmen'i çalmayı başarmak

İyi haber (!)

Category:

Sidney'deki University of Technology'den Timot Devinney ve ekibinin gerçekleştirdiği bir araştırmaya göre şirketler, stratejilerini çalışanlara anlatmaya çok zaman harcasa da çalışanların çok azı bunu anlıyor.

Araştırmacılar, Avustralya'nın önde helen 20 şirketinin çalışanlarından,kendilerine sunulan altı seçenekten hangisinin işverenlerinin stratejisi olduğunu belirlemelerini istedi. Çalışanların sadece yüzde 29'u doğru cevap verdi.

İyi Haber : Örneklem olarak kullanılan şirketlerin tamamı yüksek performans sergileyen şirketler. Yani bu durum, çalışanlar uzun vadeli stratejilerden bihaber olsa dahi şirketlerin başarılı olabileceğini gösteriyor. (Kaynak; Skylife, Temmuz 2013, s.72)

Bu seferberliğe katılıyorum : Bilim Kahramanları

Category: ,

9-16 yaş arasında kahramanların dünyayı etkileyebilecek, değiştirebilecek ya da yeni bir dünya yaratabileceklerine inananların bir araya geldiği ve gönüllü katıldığı/desteklediği Bilim Kahramanları Derneği adını bir arkadaşım sayesinde duydum. Duyar duymaz merak ettim ve sonra araştırmaya başladım. Araştırmam çok derinleşmeden de Bilim Kahramanları' ndan bir şekilde bahsetmek istediğimi farkettim. Belki de yıllar sonra bu blogun "yayın" bölümünü açıp yazmaya karar verdim.

Derneğin Yönetim Kurulu Başkanı Hakan Habip'in meslek hanesinde "baba" yazıyor kendi ifadesiyle. Bu mesleğin yanında bankacılıkla uğraşıyor. Kişisel hikayesinden daha kıymetli olan ise bu hikaye içerisinde anlattığı Bilim Kahramanları bölümü.

Lütfen aşağıda yer alan TedxReset sunumunu izleyiniz ve destek olmak için ne yapmanız gerektiğini düşünmeye başlayın.

not : Bilim Kahramanları Turnuvası, dünyada FIRST® LEGO® Ligi ismiyle 1998'den beri yapılan bir etkinlik. Sadece geçtiğimiz yıl bu etkinliğe dünya genelinde 200.000 çocuk katılmış.



Facebook : https://www.facebook.com/bilimkahramanlari 
Youtube : http://www.youtube.com/user/bilimkahramanlari 
Twitter : https://twitter.com/BilimKahraman 

Related Posts with Thumbnails