Benim muz salyangozu kızım

Category:

Bu sabah iş yerine geldikten sonra kendimi bilgisayarımın başında bir salyangoz cinsini araştırırken buldum. O anlara kadar muz salyangozu cinsi hakkında hiç bir fikrim ve bilgim yoktu itiraf etmem gerekirse. Muz salyangozu cinsinin 3 türünden özellikle "Ariolimax californicus (Kaliforniya Muz Salyangozu)" olarak adlandırılan türü ilgimi çekti. Animal Planet kanalı açık bir TV ekranının yerine bilgisayarımın ekranında bu sarı yaratığı gördüğüm ilk an "boşver, uzak dur bu aşırı yapışkan salgı bırakarak dolaşan tuhaf hayvandan" dedim. Ama kendime rağmenliğim tuttu ve okumaya devam ettim.

Tür, Kaliforniya'da yaşayan ve salyangoz cinsleri arasında özellikle bıraktığı salgıyı kendisini savunmak içinde kullandığı yöntemlerle ayrışan bir canlı. Kendisini ısırmaya çalışan bir başka hayvanın çenesini bıraktığı salgıyla "süper" bir biçimde yapıştırabiliyor örneğin:)

Aslına bakarsanız, zoologların merak etmeyecekleri yönüyle ilgimi çektiğini söyleyebilirim bu salyangozun. Tarantino'nun mutlaka izlediğiniz 1994 yapımı Pulp Fiction adlı filminde, Vincent Vega karakteri ile rol alan Jhon Travolta'nın filmin bir bölümünde üzerine giydiği tshirtün önünde de yer alan bir logo konuya dair araştırma yapmama sebep oldu. Muz salyangozu, (Banana Slug) 1965'de kurulmuş Kaliforniya Santa Cruz Üniversitesi (University of California, Santa Cruz) 'nin maskotu ve sembolü. Bir üniversitenin böyle bir hayvanı kurumsal logosuna ve yıllarca kendisini tanımlayacak bir maskota çevirmesi hiç kolay alınmış bir karar gibi gelmedi bana. Zaten bu seçimi yaparken öğrencilerin çoğunluğu itiraz etmiş. Hayvanın bölgeye öz bir tür oluşu dışında diğer tür ve cinslerine göre üstünlükleri bu kararın alınabilmesinde etkili olmuş. O üniversitede okuyan öğrenciler kendilerine "sizler birer sümüklü böceksiniz" dendiğini düşünmüyorlar muhakkak. Güçlü ve farklı yönleriyle muz salyangozu kadar özel oldukları bakış açısıyla okuyorlar.

Sonra, ülkemizde kullanılan kurumsal (yalnızca üniversiteler değil) arma, logo, maskot ve sembolleri hatırladım. Eğer bir hayvan olacaksa bu çoğunlukla yılan, baykuş, kartal, şahin, aslan, at gibi hayvan ve türlerinden seçilmiş çoğunlukla. Elbette bu farklı coğrafyalarda da görebileceğimiz bir yaklaşım. Yalnızca ülkemize ait bir tutum değil ama bu tutumun tanımlanabilir bir toplumsal psikolojiden ileri geldiğini söylemek hatalı olmaz. (Çıkarımlar için iyi bir ölçek olmasa da bir istatistik vermek isterim. Google'da tırnak içinde yapılan "muz salyangozu" arama sonucu 58 adet -ki hiç biri bu hayvan hakkında size doyurucu bir bilgi sunmuyor-, "aslan" kelimesi arama sonucu ise 32.600.000 adet oldu.)

Evrimini "minik kuzu"dan, "aslan parçası"na (cinsiyetlere göre değişen söylemlerimiz var) doğru gerçekleştiren Türk insanı, genetik olarak kendisinde var olduğunu düşündüğü yırtıcılık, hoyratlık, delikanlılık, erkek gibilik v.b. kavramları gururla taşır ve anlatır. Kişisel gelişim üzerine yapılmış araştırmalar ve bu konuda geliştirilmiş teoriler ve hatta kanıtlanmış bilgiler genlerimizde var olan(!) hiç bir davranışı bizden uzaklaştırmaz.

Toplumların ve bireylerin genel yaklaşımlarının hangi evrim süreçlerinden geçtiğini de bizlerle paylaşan "Spiral dinamikler" teorisi gözlüğü ile konuya yaklaşmaya çabaladığımda ise şunları söyleyebiliyorum;

İnsanların gözlemlenebilen olduğundan daha çok gözlemlenemeyen davranışlarının olması, toplumun evrimsel olarak hangi "mem*"de olduğuna dair işaretleri gizleyemez. Toplum içerisinde farklı "mem"de olan bireyler, genel tutumu etkileme gücüne büyük çoğunlukla sahip değiller. Tüm bunlara rağmen evrensel evrim süreci devam eder ve içinde yaşadığımız toplum bireyleri ve yeni nesiller çeşitli etkileyenler yoluyla evrensel evrimin içerisinde konumlanmaya başlarlar. Örneğin; Dünyadaki genel yaklaşımın bireysellik-birey özgürlükleri olduğu bir dönemde, toplumsal-geleneksel değerleri ön planda tutan bir yaklaşımla yaşayan toplumlar olabilir ama o toplum içerisinde genel yaklaşımın etkileri, hatta çıktıları muhakkak görülecektir.

Çocuk sahibi birey olarak, kızımın "turkuaz mem"(değerler : küresel esneklik, küresel duyarlılık, karşılıklı bağımlılık, küresel bakış açısı, evrensel saygı ve hoşgörü, diyalog, empati, açıklık, değişim ve gelişime açıklık, çok kültürlülük, network) de bulunan bir birey olduğunu hissediyorum. Henüz çok küçük olması, evrim sürecinin daha çok başında olduğu anlamına gelmez. Hatta doğru şartlar oluştuğunda yeni "mem"lere çok daha hızlı adapte olabilecek dinamikleri de biriktirebilecektir. Kendimi daha çok "sarı mem" (değerler : Esneklik, dinamiklik, farklılıklara saygı, hoşgörü, kompleks düşünme, görecelilik, yeniliğe açıklık, değişim ve gelişim, ekolojik denge, sistem duyarlılığı, ikinci dereceden öğrenme) de tanımlıyorum. Yani henüz Hande Betül (kızım)'ün bulunduğu noktada değilim. İçinde yaşadığımız toplumun ise hangi "mem"de olduğunu sizin araştırmayı merak edeceğinizi umuyorum.

Muz salyangozu minik kızımın ve sizin kızlarınız ve oğullarınızın "aslan parçaları" da olarak çok mutlu olacaklarından eminim. Ama yine de "minik kuzu"larımıza muz salyangozunun da özelliklerini anlatmayı unutmayalım. En önemlisi ise, onların bizim çağımızda yaşamalarının değil, bizim onların çağında yaşayabilmemizin kıymetli olduğunu kendimize sürekli hatırlatalım.

Spiral dinamikler teorisi ile ilgili bu yazıda kullanılan kaynak için tıklayınız.

*Modelin temelinde MEM kavramı yatıyor. İlk kez biyolog Richard Dawkins tarafından ortaya atılan kavram, kültürel gelişim ve aktarımın temel birimini ifade ediyor. (kaynak : http://blog.milliyet.com.tr/spiral-dinamikler/Blog/?BlogNo=6777 )

Gün Doğmadan

Category:

Bakış açısını değiştirmek üzerine bir yazı yazmayı planlıyordum. Bakış açısını değiştirmek üzerine okuduğum çok sayıda kitabı, araştırmayı ve deneyimlerimi düşündüm. Kendimi başarılı bulduğum bir konuda yazı yazmanın zorluğu ile durdum.

Öncelikle aklıma gelen cümleler şunlar oldu;

"Tanıdığım tüm insanlar bakış açısını değiştirebilmenin hayatı daha konforlu hale dönüştüreceğini biliyor. İş, bakış açısını değiştirmeye geldiğinde ise çoğu bu çabanın zahmeti karşısında tembel yönünü devreye sokuyor diye hissediyorum."

Bakış açısını değiştirmek üzerine yazmaya başlayacağınız bir yazının bu cümlelerle başlaması önce mantıklı göründü fakat bakış açımı değiştirmem gerektiğine karar verdim ardından. Bakış açımı değiştirebildim mi bilmiyorum ama sonra aşağıdaki gibi yazmaya karar verdim. (Şu an başlıyorum, çünkü daha önce bir yerlere not alarak hazırlık yapmıyorum)

1995 yılının sonrasında olduğunu yeni farkettiğim bir yılda evde yalnızdım ve elime tv kumandasını alıp kanalları dolaşmaya başladım. Bir film kanalında durmaya karar verdim. Trende sohbet eden bir kız ve oğlan vardı filmde. Sohbet ediyorlardı. Aksiyon olmadığından sıkıcı bir filme denk geldiğimi düşündüm ama yeni başladığını farkettiğim için kanalı değiştirmedim. İki genç insanın sohbeti ilgi çekiciydi açıkcası. Bir sahnede Amerikalı genç adam, Fransız kıza, ertesi gün uçağı olduğunu ancak parası olmadığından Viyana'da 14 saat zaman geçireceğini söyleyerek kendisine eşlik etmesinden mutlu olacağını söyledi. Kız bu teklifi kabul etti ve Viyana sokakları, insanları arasında gün doğana kadar geçen saatler boyunca iki insanın yaşama dair bakış açılarını birbirlerine anlattıkları harika diyaloglar dinledim. Bu diyalogların bir film senaryosu olması yaratıcı ve güzeldi ama durağan bir film izliyordum. Viyana sokaklarında ki sahnelerde iki gencin birbirlerine yakınlaşıp sevişeceklerini düşündüm. Sevişme sahnesi en azından filme biraz hareket katabilirdi. Bu olmayacaksa bile birbirlerine sırılsıklam aşık olacaklar ve adamın evlilik teklifi ile son bulacaktı film. Ama saatler bittiğinde sadece ayrıldılar. -Aşk temasının varlığını kabul ediyorum-;)

Film bittiğinde kendime şunu sordum. Neden? Yani bir yönetmen ve ya yapımcı neden böyle bir film çekmiş olabilir. Para kazanmak için çalışan bu insanların, daha hareketli sahneler, korku faktörleri, heyecanlandırıcı anlar eklemeleri gerekmiyor muydu filmlerine? Biçim olarak baktığımda gördüğüm şu oldu; tren yolculuğunda tanışan iki insan sohbet ederken birden birlikte inmeye ve sabaha kadar sadece sohbet ederek vakit geçirmeye karar verirler. Amaç, Amerikalı adamın uçak saati gelene kadar oyalanmak. Gerçek şu ki o an aklıma yeni bir soru geldi ve filmin benim için anlamı değişti. Aynı şeyi yapabilir miyim? 

Yeni tanıştığım birisi bana hadi gel 14 saatini benimle geçir, sohbet edip, eğleniriz deseydi...tren yolculuğumu, ertesi günümü umursamadan "evet" der miydim? der miydiniz? Bu teklifi kadın adama, adam kadına, kadın kadına, erkek erkeğe yapabilir. "Evet" dememize engel olan onlarca zihin oyununu aşıp, kendimize rağmen "evet" diyebilir miyiz? Film bunu dert ediyor muydu bilmiyorum ama yönetmenin kesinlikle bu kadar düz, basit, sakin bir film çekmesinin durumun kendisinin sıradışılığı ile çok ilgisi vardı ve bu ilgi son derece özenle yerleştirilmişti akışa.

Bakış açımızı değiştirmediğimiz sürece "evet" diyebileceğimiz ve dediğimiz de hayatımızın fırsatı olabilecek ne kadar çok şeyi kaçırdığımızı biliyor muyuz? Bu kadar büyük sonuçlar sunmayacak olsa bile yaşamımızı daha anlamlı kılmak adına biriktirmemiz gereken "deneyimler"den kaçını yaşayamıyoruz. Böyle bakınca filmin kişisel hayatım için çok değerli bir deneyim olduğuna karar verdim.

Bu filmin adını henüz bugün öğrendim. Yıllar sonra :) Bu bir itiraf, evet. Filmi izlediğimde yaptığım sorgulamanın ardından filmi sinema değeri açısından hiç merak etmedim çünkü. Yıllar sonra bu yazıyı yazmak için "peki o filmin adı neydi" diye sordum kendime. Google'ı açıp arama yaptım. Arama yaparken şu cümleyi yazdım; "trende sohbet ederken trenden inmeye karar veren iki insan"

Sonuç olarak, filmin adına da, fragmanına da, oyuncularına da ulaştım. Filmin adı : Gün Doğmadan'dı.

Seçme şansı bırakmayan marka

Category: ,


Ürün ve/veya hizmetlerin benzerlerinden farklılaşabilmesi, ayırt edilmesini sağlayan "algı"ya marka diyebiliriz. Bu algıyı ses, logo, şekil, harf v.b. unsurlara yüklemekle yetinmek markanın gerçek anlamını zayıflatan bir argüman gibi geliyor kulağa. Markalaşma sürecinin sonunda, satışa sunulan ürün/hizmet tanımlanabilir ve farkedilebilir bir ayrıcılığa sahip olur. Müşteriye seçme şansı bırakmayacak hale gelmek ise her markanın rüyası...

1994' de kurulan Agent Provocateur markasının da elde ettiği başarıyı "seçme şansı bırakmayan marka" noktasında görebiliriz. 2013 sonbahar-kış koleksiyonu tanıtım filmi ile bir kez daha kendini bizlere hatırlatan Agent Provocateur, Kylie Minoque'un 2002 yılında oynadığı ya da "Love me tender" ismiyle 2011 yılında sevgililer günü için Greg Williams imzalı çekilen reklam filmi ile de etkileyici çıkışlara imza atmıştı. Elbette bu iki örnek dışında da çok sayıda başarılı kampanyayla birlikte...

Özellikle tanınmış modeller, yönetmenler, sanatçılar ya da oyuncularla birlikte hareket etmeyi seven marka, başarılı prodüksiyon şirketleri ve ajanslarla çalışarak işini şansa bırakmadığını da kanıtlıyor daima.

Tüm bu başarı hikayesinin arkasında belli başlı isimler yazılabilirse de ben aşağıdaki listeyi vermeyi tercih ediyorum.

  • Kaliteli ürün/servis
  • Etkileyici tasarım
  • Yetenekli ekip
  • Cezbedici ambalaj/sunum/gösterim/mağaza
  • Güçlü tedarikçilerle çalışma
  • Başarılı kurumsallaşma
  • Marka yüzü/ünlü kullanımı
  • Vizyon/Uluslararasıl lansman
  • Sürdürülebilir iletişim
Markanın mimarlarından Kim Winser'ın, başarının sırrı olarak dillendirdiği bu maddeler, aynı zamanda marka yaratma çabasına sahip tüm işletmeler için de bir yol haritası niteliğinde.

Yeni reklam filmi, ilgi çekici senaryosu ve görüntüleri dışında, Penelope Cruz'un ilk yönetmenlik deneyimi olması açısında da merak uyandırıcı. Cruz, senaryosunu da yazdığı film de kendisi gibi ünlülerle çalışma fırsatının yanında diğer oyuncuların tamamını da bizzat kendisi seçmiş. Bir notta şu; kardeşi Monica'yı da hamile olarak bir karede görebileceksiniz. 
Künye şu şekilde;

Senaryo : Penelope Cruz
Yönetmen : Penelope Cruz
Sanat Yönetmeni : Sonia Aranzabal
Müzik : Optimist
Prodüksyon : .Twentyfourseven, İspanya
Oyuncular : Miguel Angel Silvestre, Irina Shayk ve Javier Bardem, Mónica Cruz

Zevkle izleyin..

Related Posts with Thumbnails