O'nu hatırlayınız!...

Category:

Sade bir insan kadar zaafları olan bir "kahraman" a sahip olduğumuzu ilk kez anlamaya başlıyoruz."


""Türk' e durmak yaraşmaz, Türk önde..Türk ileri" mısrasını çoğu zaman 10. yıl marşını söylerken üzerine basmadan ağzımızdan çıkarıveririz. 27 Ekim tarihinde basın gösteriminde seyrettiğimiz "Mustafa" filminden sonra 10. yıl marşının Atatürk gibi bir Türkü tanımladığını anlayıverdim sanki daha önce hiç düşünmemişim gibi. Yaşamımın her salisesini milletinin selameti, huzuru, refahı ve illa ki özgürlüğü ve medeniyet çizgisinde yaşaması üzerine harcamış bir adamın dramını seyrettik aslında belgesel yapımda. Ancak daima ileri yürümek için giriştiği mücadele de kendisin de bulunması gereken tüm meziyetlerin yazılmasını beklememiz yerinde olmayacaktır. Atatürk bir eylem adamı olarak yazılmayı, seyredilmeyi, konuşulmayı, düşünülmeyi hakediyor muhakkak. Ama bir insan olarak sevilmeyi daha çok hakediyor...

Mustafa, Cumhuriyet Bayramını kutladığımız bugün vizyona girdi. 110 dk içerisinde yıllarca yazılıp çizilmesi, üzerinde konuşulması gereken bir "deha" nın yaşamını anlatabilecek olmasını zaten beklemiyorduk Can Dündar'dan. Zaten O'da öyle yapmak yerine çoğunlukla Atatürk' ün bilinmeyen hisleri (yönleri) ile Selanik' ten Dolmabahçe Sarayı' na kadar olan hayatını ele almış. Duru bir Can Dündar ses tonu ve Makedon ezgileri ile Goran Bregoviç'in müzikleri eşliğinde eşsiz (çok geç kalmış) bir film seyretmiş oluyorsunuz. Hatta gözyaşlarını tutmak her zaman mümkün olmayacak bir 110 dk ya hazır olmalısınız.

Atatürk' ün annesi Zübeyde Hanım' ı daha ilgiyle yeniden okumamızı zorunlu kılan, Bir erkeğin kadınlar(ı) karşısında ülke ve ordu yönetmekten daha fazla yorulduğunu kanıtlayan, çocuksu coşkularla yaşama arzusuyla dopdolu bir savaş adamının yalnızlık karşısında ki yenilgisini anlatan film Türkiye' de çok bildiğimiz bazı konu başlıklarının yeniden masaya yatırılıp tartışılmasını başlatacağa da benziyor muhakkak.

2008 yılındayız. Cumhuriyet'in çocukları olarak bir ülkenin kuruluş hikayesini ve o ülkeyi kurmak için girişilmiş mücadeleleri okul sıralarından başka hiç bir yerde ne okuyor ne de duyuyoruz. Duyduğumuzda da dikkat kesilmiyoruz ya zaten. Ne bağlı olduğumuzu ifade ettiğimiz törelerimiz, geleneklerimiz ne inandığımızı söylediğimiz "tanrı"(ları)mız ne de izindeyiz dediğimiz Ata' mızın ilkeleri hakkında kulağımıza çalınanlar dışında bilgi sahibiyiz. "Mustafa" tüm bunları anlatan bir film değil elbette ancak tüm bunları hatırlatacak bir film kesinlikle.

Tüm ülkemin bilhassa kutlaması gerektiğini düşündüğüm Cumhuriyet Bayramını tebrik ederiz.

basın bültenini okumak için tıklayınız.

Not : Mustafa filmi için Can Dündar ve tüm ekibine, Sabancı Holding'e, NTV ve Ko'medya'ya bu ülkenin evlatları olarak çok teşekkür ederiz.

Ey özgürlük

Category:


"Sonsuzluk yolunda nasıl böylesine kolayca ilerlediğine hayret eden birisi vardı,gerçekte hızla bayır aşağı yuvarlanıyordu"

Franz Kafka



Bayılıyorum şu özgürlük söylemlerine. Ne çok para eden bir konu, öyle değil mi? Tüm markalar, tüm ürünler, tüm vaatler ve tüm anlaşmazlıkların temelinde hep aynı söylem yok mu? Özgürlüğünü sevenler için HazırKart! Özgürlüğünden vazgeçemeyenler için 4x4 cip! Özgürlüğümün önüne geçtiği için ayrıldık! Özgür olmak için evvela günde dört öğün bunu al! Peki, aç karnına mı alayım, tok karnına mı?

Şu sonsuz para ve fedakârlığa değen kavramı irdelemeye bayılıyorum. Eee ne de olsa bir reklamcı olarak ne sattığımı iyi bilmeliyim! Kısa bir süre önce Ted Talks'da Barry Schawartz'ın Bolluk Paradoksu kitabı hakkında yaptığı yirmi dakikalık konuşmayı dinleyince tekrar gündeme geldi şu seçenekler meselesi. Bireylerin özgür iradelerini kullanabilmeleri yani özgür olabilmeleri ve dolayısıyla da mutlu olabilmeleri için seçeneklerinin artması gerekiyor ya hani…

Aman Tanrım, kavramlar havada uçuşuyor! İrade. Özgürlük. Seçim şansı. Mutluluk. Cümle içerisinde kullanıldığında oldukça da mantıklı duruyorlar. Örneğin özgürlüğü çoğaltmanın yolu seçenekleri çoğaltmaktır, öyle değil mi? Ne kadar çok seçeneğin olursa o kadar özgürsün. Ne kadar özgürsen o kadar refaha kavuşur, mutlu olursun. Hmm, evet mantıklı.

İşte bu noktada Barry Shcwartz, tüm bu seçenek bolluğunun yan etkilerini irdeliyor ve şu seçenek, mutluluk, özgürlük döngüsüne yeni bir bakış açısı sunuyor. Öncelikle artan seçeneklerin insanları özgürleştirmek yerine karar verme aşamasında paralize ettiğinden bahsediyor. Diyor ki, onca seçeneğin içerisinden seçim yapmak giderek zorlaşıyor. İddiasına göre paralize olmadan bir şekilde seçim yapmayı başarsak bile seçimimizin sonucu bizi daha az seçeneğimiz olduğu zamana oranla daha az mutlu ediyor.

Çünkü onca seçenek varken daha iyi bir seçim yapabilmiş olabilmeyi bekliyoruz. Bu hayali alternatif (daha iyi seçim şansı) seçimimizden pişman olmamıza neden oluyor. Bu pişmanlık da tatmin oranını düşürüyor. Dolayısıyla iyi bir seçim bile diğer alternatiflerin varlığı ve daha iyi bir seçim yapabilme ihtimali ile daha düşük bir tatmin sağlıyor. Kısaca seçenek artıkça herhangi bir karar hakkında pişmanlık duyma ihtimali de artıyor.

İkincil olarak fırsat maliyetinden bahsediyor. Yani, bir tercih yaparak vazgeçtiğimiz diğer bütün alternatiflerin sunduğu harika şeyler bizim tercihimizden dolayı duyduğumuz tatmini azaltıyor.

Üstelik bir de bunca seçeneği gören bünyenin beklentileri de artıyor. Elbette, onca seçenek arasından en mükemmel ürünü, sevgiliyi, işi, evi bulabilmeliyiz!

Ah bir de şu "mükemmel kararı" verememe durumu var. Maalesef artık suçu başkasına atmak zorlaştı. Seçeneğin vardı, neden sana en çok uyanını bulamadın? Madem tam oturmadı neden aldın?

Bu durumda özgürlüğün amacı olan mutluluk, özgürlüğü sağlayan seçenekler sayesinde giderek azalıyor. Her zaman daha iyisi, daha hızlısı, daha güzeli olma ihtimali ile seçim yapmak üstelik de o seçimden mutlu olmak kolay iş mi? Üstelik o seçimin de kusursuz olması gerekir. Çünkü artık özgürsün. Seçenek bolluğunun tam ortasındasın! Yüzlerce seçeneğin içerisinde en uygun, en şık, en hızlı, en güzeli bulabilirdin. Ama bulamadın. Beceremedin. Suçlusu da sensin!

Elbette seçenek olması hiç olmamasından iyidir. Ama seçeneklerin artması mutluluk ile doğru orantılı da değil. Barry Schwartz'a göre bu işin sihirli bir ölçüsü var ama o da ne yazık ki tam ölçüyü bilemiyor.

Peki, bize ne oluyor? Seçeneklerimiz arasında boğuluyor muyuz? Yoksa özgürlük denizinde kulaçlar mı atıyoruz? Ah, ne zor şeymiş şu mutluluk… Tam da doğru formülü bulduk derken…

Sevgiyle kalın.

Tuğçe Esener

not : Teşekkürler sevgili Muammer!

İlişki Pazarlaması

Category:




Terim 10 : İlişki Pazarlaması

Açıklama : Varolan müşteriler ile üretici arasındaki ilişkiyi artırmayı hedefleyen ve bağımlılık yaratmak için tasarlanan pazarlama yöntemidir.

Kaynak

Bir gece

Category:

Sevgili arkadasim Muammer beni bloguna konuk yazar olarak davet ettiği andan beri düşünüyorum ne yazabilirim diye? Kendi bloguna yazmak gibi değil tabi. Konuk adı üstünde, belli ki konuk odasında ağırlanacaksın, pijamalarınla yazamazsın.

Yazıyı düşünüp dururken dün gece, bir film izledim. Charlie Sheen oynuyordu başrolde. Pek öyle bayıldığım bir oyuncu olmamasına rağmen (babasını da sevmezdim), yorgunluktan ve tembellikten kendimi bıraktığım kanapeden kımıldamadan, bu çok şey ifade etmeyen 2001 yapımı, Good Advice adlı filmi izledim sonuna kadar.

Amerikan yapımı popcorn filminde Charlie zengin, yakışıklı, güzel popolu (filmdeki kadınlar ona karşı mütemadiyen böyle bir taciz içindeler) hırslı bir borsacıdır. Sosyal statü olarak kendisinden üstün olanlara yağcılık, olmayanlara ise alaycılıkla yaklaşmakta onları aşağılayarak korkunç espriler patlatmaktadır. Sevgilisi, tam istediği gibi, aptal, güzel sarışın, dert kosesi yazaridir bir gazetede. Sevgilisi vardır olmasına ancak bu Charlie'nin kocasıyla golf oynadığı bazı güzel hatunların da gönlünü eylemesine engel teşkil etmemektedir. Böyle doğal bir yaşam döngüsü içinde, karılarının yatağından çıkıp, kocalarıyla golf oynarken aldığı tiyolarla borsada milyon dolarlarına milyonlar katmak motivasyonundadır.

Ancak duruma uyanan kocalardan biri intikam için yanlış bir tüyo verir Charlieye. Charlie'nin hayatı altüst olur, işini, bütün parasını, müşterilerini, ve itibarını kaybetmesiyle kendisini sefil, zavallı bulduğu insanların yaşadığı bir mahallede bulur. Sığ, duyarsız ve de bahtsız Charlie bir dizi olaylar neticesinde insanları görmeye ve bencilliginden siyrilmaya baslar. Iyi olur yani. Ve karisiyla birlikte oldugu adamdan intikam alir o da. Charlie'nin mutlu bir hayati olur.

Simdi tam da bu noktada bu yaziyi yazmama neden olan durumu farkettim birden. Charlie'nin sığlık ve bencilliginden arinmasi, diger adamdan intikam almasini hak kilar. Oyle midir gercekten? Yani zaten bulunmasi gereken niteliklere kavustugu icin erdemli mi olmustur Charlie (insan)? Diger adamin Charlie'ninki kadar populer bir poposu olmamasi durumu adamin aldatilmasini hakli mi cikarir? Iyilik ogutlerken mutlaka salt kotulerle mi kontrast yapmaliyiz? Herkesin icinde hem iyilik hem de kotuluk yok mudur? Bunlari zaten isimize geldigi sirayla, belli kisisel gerekcelerle icimizi rahatlatarak ortaya cikarmiyor muyuz? Insanlar yalniz degil midir? Sabun köpügü arkadasliklarla zaman oldurmez mi gunumuzun bencil insani? Bir digerinin problemini kac kisi gercekten hisseder icinde? Kac kisi dostuyla empati kuracak kadar zaman ayirir iliskisine?

Bu ve benzeri sorularla uyudum dun gece. Ve birden aklima bir fikir geldi. Yok öyle süper parlak bir fikir degil. Ama fikir iste. anlatderdini diye bir blog acma fikri. bu. Esimizle, ailemizle, sevgilimiz, dost ve arkadas cevremizle paylasmaya Üşendiğimiz, çekindiğimiz, vakit ayırmadığımız ama enerjimizi çalan soru, sorun ve bir adım ötesi dertleri anlatıp, gerektiğinde uzman görüşü alabileceğimiz bir blog olsa diye düşündüm. Saklı kimliği ile yazsın kim aklında ne varsa. Saklı kimlikli yazarlar da ortak olsunlar dertlerine. Farklı bakış açılarından fikir versinler. Profesyonellere danışalım gerektiğinde. Onların görüş ve önerilerini de ışık tutsun derdimize. Ve aldım adresi. Bakalım neler olacak?

Heyecan icinde bekliyoruz "zeynepalguller@gmail.com" adresine ilk maili atacak olanı.

İlginizei, sevginizi, yorumlarınızı eksik etmeyeceğinizi umduğum blog adresi: http://anlatderdini.wordpress.com/

Sevgiler,

Ebru Baranseli
Grafik Tasarımcı/Öğretim Görevlisi

Müthiş Bir Hikaye

Category:

Oğlu babasına sorar : "Babacığım benimle maraton koşmaya var mısın?" Kalp sorunları olmasına karşın baba, yine de "Evet, varım" diye yanıtlar.
Ve bir maratonu birlikte tamamladılar. Baba oğul başka bir çok maratonu daha birlikte koştular. Baba her seferinde oğlunun yeni bir yarış talebini kabul ediyordu.

Oğlu bir gün babasına "Baba, birlikte bir Ironman'a (Triathlon) koşmaya var mısın benimle ?" deyince baba bu kez de evet der ve kabul eder.

(Bilmeyenlere anımsatalım ki Ironman dünyanın en zor triathlon yarışıdır ve üç dayanıklılık sınavından oluşur : Denizde 3, 86 km'lik yüzme, 180,2 km'lik bisiklet ve nihayet 42,195 km'lik bildiğimiz maraton.)

Baba oğul bu zor yarışı biirlikte tamamladılar. Nasıl mı ?



Not: Yukarıdaki metin bize gelen bir toplu mail metnidir.

Related Posts with Thumbnails