Alexander Petrov

Category: ,

Yaratıcılık, sanat ve zeka kavramlarını bir arada görebildiğim bir eserle karşılaştığımda hayret ifadesi ile bakıp kıskançlığa benzer bir üslupla "vay be" diyorum her zaman ve bu eserin arkasında kimin-kimlerin olduğunu araştırmadan duramıyorum. Sanatla ya da sanatçı ile iç içe yaşamıyorsanız bile üzerine emek verilmiş ve çoğunlukla uzun yıllar unutulmamış-unutulmayacak işler sizi mutlaka bulur ve siz onu görür görmez mutlaka hayran kalırsınız.

Alexander Petrov'un eseri ile karşılaştığımda da hayranlık uyandırıcı bir sanatçıyı keşfettiğimi hemen anladım.

Petrov, Rus asıllı bir canlandırma yönetmeni. Sinema-TV bölümünden sonra Rus animatör Yuriy Norshteyn'in öğrencisi oldu. Mermaid isimli kısa film çalışmasının ardından Rusya'nın ilk geniş formatlı kısa filmi olan ve Ernest Hemingway'in ünlü romanı "The Old Man and The Sea" adlı eserinden uyarlanmış eserini hazırladı.

Petrov'u eşsiz kılan ise kısa filmleri için kullandığı teknik. Dünyada çok az sayıda insanın uzmanı olduğu bir tekniğe sahip sanatçı filmi 1997 yılında hazırlamaya başladı. 29.000 farklı karenin bir araya getirilmesi ile oluşan film 1999 yılında tamamlandı. Cam üzerine çizdiği resimleri parmaklarıyla pastel yağlı boya ile boyayan Petrov aynı zamanda her karesi yağlı boya tablosu olan bir şaheser ortaya çıkarmış oldu. Film 2000 yılında Oscar ödülüne layık görüldü. Çok sayıda aldığı ödül arasında bu ödülün kıymetinin Petrov için o kadar da önemli olmadığını söyleyebilirim. Sanatçı 2006 yılında da "My Love" adlı filmi ile Oscar'a aday gösterilmişti.

Petrov'u araştırırken bir reklam sektörü çalışanı olarak ilgimi çeken farklı bir çalışmasına ise Coca Cola'nın resmi internet sitesinde rastladım. 2001 yılında, İsveç asıllı Amerikalı Haddon Sundblom'un Coca Cola için yarattığı  Santa Claus'a 1962 farklı kareyi bir araya getirerek bir reklam filmi haline getiren Petrov, United Airlines için "Rose" isimli başka bir çalışmaya da imza atmış. (not : UA'nın animasyon serisi reklam filmlerine ayrıca göz atmanızı tavsiye ederim.)

Petrov'un Oscar ödüllü eşsiz çalışmasını seyretmek için tıklayınız.

Filmin yapım aşamasını seyretmek için tıklayınız.


coca-cola christmas - santa claus | izlesene.com

Benim canım kızım, iyi ki doğdu!

Category:

Geçenlerde bir arkadaşımla sohbet ederken şöyle demiştim : "60'lı yaşlarımda kızım elimi öptüğünde gerçekten gurur duyduğu bir adam olmak için yaşıyorum."

Farkettim ki tüm yaşamımı 1 Aralık 2004 tarihinde O doğduğundan beri, öyle ya da böyle, şu ya da bu şekilde O'nun varlığından aldığım ilham ile sürdürüyorum ve O'na karşı olan sorumluluğumun hırsı ile ayakta duruyorum.

Her yıl 1 Aralık'ta, kızımın varlığının hayatıma kattıklarını aktarmaya çalıştım. O büyürken ben de O'nunla büyüdüm. Bana öğrettiklerinin O'na öğrettiklerimden daha değerli olduğunu daima bildim.

Bu yıl boyunca çok güzel anılar biriktirdik. Bir kız çocuğunun öğrenim hayatının başladığı ilk güne şahit oldum gururla. "Sınıf başkanı oldum ben baba" derken sesinde kendini ispat etme çabasını hissettim ilk kez. Gülücüklerle dolu hayatında artık harfler, rakamlar ve bir dolu başka bilgi de yer aldı. Tam "büyüyor" diye korkarken ben, minicik ellerini avcuma sevgi dolu yüreği ile birlikte koyup durdu.

"Senin işinde çok ama benim işimde hiç kolay değil valla babacım" derken sesinde ki olgunluğun ardından "bi de seni çok özledim" derken iç geçirişinde ki bebekçe sessizlik saniyeler arası farklı duygular arasında ışınlanıp durmama sebep oldu.

İnsanlara güven veren güçlü bakışları ile üzerine yüklenen "özlemek" çuvalına rağmen taşımak zorunda olduğu hayatı da kaldırmaktaki hüneri beni daima hayrete düşürüp duruyor. Arzu ettiği basitlikte bir yaşamı küçücük dünyasında yaratma yeteneği bana ders oluyor.

Kızım diye demiyorum :)

O, kaldırdığım onca yükten daha fazlasını kaldırabiliyor.
O, sabrettiğim onca çileden çok daha fazlasına karşı sabırla direniyor.
O, eğlendiğimden çok daha fazla eğleniyor.
O, benden çok daha dürüst.
O, benden çok daha akıllı.
O, benden çok daha  çalışkan.
O, sorumluluklarına benden çok daha fazla sahip çıkıyor.
O, benden çok daha çocuk.
Ve O, benden çok daha büyük.

İyi ki doğdun canım kızım.

Eko-Hayalgücü, GE ve Good.is

Category: ,

"Ingenuity and a little elbow grease (and a montage) can turn a problem into a solution." (Yaratıcılık ve biraz el emeği problemleri çözüme dönüştürebilir.)


Ecomagination (Eko-hayalgücü) terimi aslında yıllar önce, insanlığın ürettiği teknolojinin ya da ürünlerin çevreyi kirletmesi, doğayı yaşanabilir bir alan olmaktan uzaklaştırmaya başlaması ve hatta insanoğlunun topyekün hayatını tehlikeye sürüklemesi sonrasında dilimize girdi.

Sivil toplum kuruluşlarının, kitleleri etkileyebilecek bireylerin, farklı devlet kurumlarının temiz enerji ve verimli kaynak kullanımı, temiz ve bol su kaynağı ihtiyacının hatırlatılması, denizlerin temizlenmesi v.b. çok farklı konularda zaman zaman veya sürekli bir aksiyonda olduğunu biliyoruz.

Tabiki bu sosyal sorumluluk başlıkları çok sayıda üretici markanın da ilgi alanına girdi ve artık günümüzde pazarlama iletişiminde farklılaşmanın yollarından birisi olarak da kullanılmaya başladı. Markaların çalışmaları hakkında bizi bilgilendirdikleri reklam filmleri, web siteleri, outdoor ve dergi ilanları, radyo yayınları günlük reklam algımızın da içine girmeyi sürdürüyor. Diğer yandan daha az enerji harcayan ve daha az kirleten teknoloji ürünleri ve diğer ürünler tüketici açısından da tercih sebebi haline dönüştü.

General Elektrik'in 90 milyon dolar ayırdığı ve 2005 yılının Mayıs ayında duyurduğu Ecomagination PR ve reklam kampanyası için o dönemde ilgili departmanın CEO'su Jeff Immelt şöyle demişti: "Ecomagination gelecektir. Yarının çözümleri, güneş enerjisi, hibrid yakıt, düşük emisyonlu uçak motorları ve hafif ve güçlü üretimler, arıtma teknolojileridir. Biz çevrenin korunması ve bu mücadele için gerekli ürün ve hizmetlerin geliştirilmesi için araştırma yapacağız ve müşterilerimizle bu konuda ortaklıklar kuracağız." (orjinal metin aşağıdaki linkerde paylaşılmıştır.)

GE'nin yürüttüğü ecomagination kampanyası dahilinde 19 Kasım 2010 tarihinde (Henüz doğrulayıcı bir kaynağa ulaşamadım ancak Microsoft'un sahibi olduğu ya da desteklediği) Good.is girişiminin de ortaklığında bir video yayınlandı.

Bu konuda duyarlılığı tetikleyici ve yaratıcı bulduğum Trashy Novel isimli videoyu sizlerle paylaşıyorum.


trashy novel | izlesene.com

Eko-hayalgücü hakkında türkçe bir içerik okumak için tıklayınız.

Video çalışmasının kaynak gösterdiği site için tıklayınız ve tıklayınız.

GE Ecomagination kampanyası/şirketi hakkında bilgi almak için tıklayınız ve tıklayınız.

Good.is girişimi/şirketi hakkında bilgi almak için tıklayınız.

Videoya Good.is üzerinden ulaşmak için tıklayınız.

Not : Çevreye duyarlılık adına değerli dostum Can Oktay Heper'in bir çalışmasını da hatırlattı bu bana. Sizlerde bir kez daha inceleyin derim. Tıklayınız.

Prolog

Category:

İnsan iki yoldan birini seçebilir:

İnşa etmek ya da toprağı ekmek.

İnşa etmeyi seçenlerin işi yıllarca sürebilir, ama günün birinde yaptıkları İnşaat biter. O zaman kendilerini kendi ördükleri duvarların içine hapsettiklerini görürler. İnşaat durunca yaşam anlamını yitirir.

Diğerleri ise toprağı ekerler. Fırtınalara, mevsimlerin getirdiği bütün çetin koşullara göğüs gererler ve hemen hemen hiç dinlenmezler. Ama yapının tersine, bahçenin gelişip büyümesi hiç bitmez. Bahçe, bahçıvanın sürekli ilgisini, dikkatini, bakımını gerektirirken bir yandan da yaşamını büyük bir serüvene dönüştürür.

Bahçıvanlar her zaman birbirlerini tanırlar; çünkü her bitkinin tarihçesinde bütün Dünya’nın gelişiminin yattığını bilirler.

Brida S.14 - Prolog / Paulo Coelho

Southwest : Ucuz, güler yüzlü, başarılı ve çok başarılı

Category: ,



. - Bir kabin anonsu
Southwest'in bir havayolu şirketi olarak pazarlama ve reklam insanlarının dikkatinden kaçmamasının sebebi oldukça başarılı bir şirket olması değil, bu başarıyı yakalamak için şirketin sahip olduğu yaratıcı çözümler ve ürettiği pazarlama taktikleri olsa gerek.

Rollin King ve Herb Kelleher tarafından 15 Mart 1967'de kurulan şirket, Florida eyaletinin hava trafiğinin %20'sini kontrol altında tutuyor ve dünyanın yolcu numarası sayısı baz alındığında en çok yolcu taşıyan havayolu ünvanına sahip.

23 Mayıs 2010 tarihinde Florida'da 7. destinasyon olarak Panama City'e uçuşlarına başlayan Southwest, bu uçuş için hazırladığı Florida One adlı uçağın yapım aşamasını kayda aldı ve açılış öncesi yayınladı.

the making of florida one | izlesene.com

Bu video 22 Nisan tarihinde Youtube'a yüklenmiş ve yalnızca bu videonun izlenme sayısı 1.267.413.

Uçak 8 gün' de tamamlandı. 32 kişi 3 vardiya olarak durmaksızın çalıştı. 16 farklı renk ve yaklaşık 46 galon boya kullanıldı. 150 farklı logo oluşturuldu. En ilginç tarafı ise her iki tarafı simetri hale getirirken referans çizim ve taslak kullanılmaması sanırım.

Oldukça başarılı bir Facebook sayfası ve kampanyaları bulunan şirketi bana göre tanımlayan 10 anahtar maddeyi yazmak istiyorum.


1 - Ekonomik.
2 - Güzel yüzlü.
3 - Geç istediğin yere otur.
4 - Sadece Boing 737 tipi uçak kullan. Çeşitlililiğin azlığı mühendislerin uzmanlaşmasını kolaylaştırıyor ve uçuş güvenliğinde avantaj sağlıyor ve bakımda hız sağlıyor.
5 - Ekstra 2 değil 3 bagaj ile ücretsiz uçabilirsin.
6 - En az bavul kaybeden havayoluyla uç.
7 - Hosteslerin ilgisi ve kıyafetleri efsanedir. Anonslar eğlenceli ve unutulmaz olabilir. En azından şaşırtıcıdır.
8 - Uçak boyaları, tasarımları ve logoları dikkat çekicidir.
9 - Yılda 100 milyondan fazla yolcu taşır.
10 - Ücretsiz bilet hakkını uçuş süresi ve mesafeye göre değil, uçuş adedine göre verir. 100 uçuş sonrasında 1 kişi 1 yıl sizinle bedava uçabilir.


Sizlerde biraz araştırdığınızda benimle aynı maddeleri yazabilirsiniz kolaylıkla.

Havayolu blogu için tıklayınız.
Şirketin sitesi için tıklayınız.
Florida One fotoğrafları için tıklayınız.
Wikipedia'dan okumak için tıklayınız.

ekşi sözlükten de oku.

Futbol topu sadece çimde eğlendirmez

Category:

Dünya kupası henüz bitmiş ve hala anıları vuvuzelaya rağmen tazeyken futbol topu ile yapılan her şeyin ilgimizi çektiğini tahmin ediyoruz.

Bu güzel videoyu 2008 yılında ilk kez seyretmiştik. Şimdi paylaşma zamanı:)

Zona'ya yakalanma riski

Category:

Geçtiğimiz hafta sol kaşımın arasında hafif bir şişkinlik oluştu. Bu şişikliği çok doğal karşılayıp sivilce olduğunu varsaydım. Aradan geçen bir kaç günün sonunda ise yüzümün sol tarafında, özellikle sol gözümün etrafında şişikler meydana geldi ve sol kulağımın hemen ardında ve önünde acı hissetmeye başladım. Bugün hafif bir ağrı da hissettiğim için hastaneye gittim ve "Zona (Herpes Zoster)" olduğumu öğrendim. Doktordan hastalık hakkında bilgi aldım ve hastalığı biraz araştırdım.

Blogta bu hastalığı konu ediyor olmamım sebebi ise sol gözümün Muhammed Ali'den bir yumruk almış gibi şişmiş olması değil bu hastalığa Türkiye'de yaşayan insanların yakalanma riskinin %95 oluşunu öğrenmem oldu. Hatta çalıştığım sektörü ya da çok yoğun strese maruz kalmalarına sebep olan işlerle meşgul olan insanları düşündüğümde bu oranın daha da yüksek olduğunu düşünüyorum.

Hastalığın bu kadar yaygın olmasının en temel sebebi su çiçeği. Zona hastalığına sebep olan virüs ile su çiçeği'ne sebep olan virüs aynı. Türkiye'de ise su çiçeği geçirme oranı %95. Küçük yaşlarda geçirdiğimiz bu hastalığın virüsü vücuttan çıkarılamadığı için ilerleyen yaşlarda özellikle strese ve stresi tetikleyen yorgunluk, uykusuzluk ya da yaşlılık, üzüntü gibi tetikleyicilere maruz kalındığında ortaya çıkıyor.

Su çiçeğinin hemen ardından sinir hücrelerinin (Ganglion) köklerine yerleşen virüs yeniden çoğalması için bedenin direncinin düşmesini bekliyor.

Hastalığın belirtileri ise şöyle;

Vücutta orta hattın sağ veya sol tarafında kuşak gibi vücudun tek tarafını saran veya bir hattı izleyen bir alanda gelişen ağrı, iğnelenme, hassasiyet gelişimi ile başlar. Beraberinde hafif ateş ve başağrısı da görülebilir. Genelde 1-3 gün içinde aynı alanda kızarıklık, kabarcık gelişimi meydana gelir. Bölgedeki kabarcıklar birbirine bitişik içi su dolu hale gelirler (vezikül). Zamanla içi irin dolu hale gelebilirler. Kabarcıkların üzeri açıldığında kurur ve üzeri kabukla kaplanır. İlk oluşumlarından itibaren bu kabarcıkların geçiş süresi 2-3 hafta arasındadır. Ancak ağrı daha uzun süre içinde iyileşmektedir. Bazı hastalarda sadece derideki belirtiler veya sadece ağrı gelişimi ile zona geliştiği görülmüştür. (Alıntı)

Hastalığın göz çevresinde meydana gelmesinin en büyük riski virüsün göz içerisine yerleşebilme ihtimali. Bu sebeple kontrollerimi düzenli olarak yaptırmam gerekecek.

Hastalıkla ilgili internette görsel arama yaptığınızda karşınıza çıkacak fotoğraflar benim şu an ki halimle kıyas edilemeyecek kadar kötü ancak müdahele edilmediğinde ortaya çıkacak manzara sanıyorum benzer olacaktır.

Zona'ya yakalanmamak için su çiçeği geçirmemiş olmanız, geçirdiyseniz de hastalığı tetikleyen ve bedenin direncini düşüren tüm erkenlerden uzak durmanız gerekiyor. Yani neredeyse imkansız.

Burada yazdıklarımı elbette ki bir blog içeriği olarak kabul etmeli ve rahatsızlık ile ilgili şüpheleriniz söz konusu ise doktorunuza görünmelisiniz.

Oovoo.com'u deneyin

Category: ,

Özellikle işiniz gereği şehirler arası ya da ülkeler arası görüşmeler, toplantılar yapıyorsanız Oovoo'yu da denemenizi tavsiye ediyorum. Aynı anda çok sayıda kişinin kamerası ile bağlanabildiği ve arayüzü ile de çekici olan bu program ihtiyaç duyduğunuz çok sayıda konuda çözüm üretmiş.

Benim en çok beğendiğim özellikleri ise şunlar;

-Anında çoklu konferans görüşmeyi görüntülü olarak yapabilirsiniz.

-Toplantı sizin için önemli ise anında kaydedebilirsiniz.

-Toplantı anında muhattaplara masa üstünüzden bir paylaşım (sunum gibi) yapmak istiyorsanız bunu da anında yapabilirsiniz.

-Kontak listenize eklediğiniz bir kişiyi listenizdeki diğer kişilere ya da seçtiğiniz kişilere anında iletebilir ve böylelikle toplantıda bulunması gereken herkese yeni kişiyi ekletebilirsiniz.

Oovoo.com'u ziyaret ederek hemen indirip deneyin derim.

İyi ki doğdun

Category:



Bir dönme dolaba binmek gibi seninle hayat. Bir havadar kabinin içinde kah gökyüzünden yaşamı izlemek kah yeryüzünde yaşama karışmakla geçiyor zaman.

Bilet gişesine gidip "bir ömür boyu için 2 kişilik bilet" dediğimiz andan bu yana geçirdiğimiz tüm "dönme dolap zamanı" boyunca hep aynı dünyayı seyretmedik. Yazı, kışı, baharları gördük. Ağlayanları, gülenleri, korkanları gördük.

Bazen ağladık, çoğu zamanda güldük. Şaşırdığımız da oldu kendimizle birlikte insanlığa. Katıldığımız da oldu ayrılarak aralarına.

Hiç bitmeyen bir eğlence için doğmuş gibisin.

Benim için gördüğüm her şeyden daha kıymetlisin.

İyi ki doğdun.

Son 4 Dünya Kupası, Ben ve FIFA 99

Category:




Ve yine bir konuk yazarımız var. Bu sefer blogumuzda bir dostumuzu ve çok iyi bir blog yazarını ağırlıyoruz. Vakit ayırıp yazdığı ve sizlerle bu blog üzerinden paylaşma cömertliğini gösterdiği güzel yazısı için çok teşekkür ederiz Fatih MISTAÇOĞLU'na.

Fatih'i (nam-ı diğer fab) Fablamaca adlı blogundan da takip etmenizi şiddetle tavsiye ederiz.





Sene 98. Lise 2. sınıftayım. Bilgisayarla ilk kez tanışıyorum. Sınıf arkadaşım Murat’ın evindeki Windows 95 işletim sistemli bilgisayarında, 14” ekranda FIFA ‘98 oynuyoruz. Oyunun bir klavye, bir mouse ile karşilıklı oynanabildiği yegane örneklerinden. Hey gidi!

Dünya kupası Fransa’da oynanıyor o sene. Şimdi düşününce ne kadar da uzak. Şöyle bir göz attım, Türkiye finallerde yok. Tabii ki yok. O zamanlar kimse Türkiye’yi dünya kupası finallerinde görebilmeyi ummuyor ki. Halen geçmişin ceremesini çekiyoruz. Uluslararası platformda kayda değer bir yerimiz yok. Biz FIFA 98 oynuyoruz. Oynadığın takıma Zidane’ı, Davor Suker’I, Di Baggio’yu almak büyük ayrıcalık.


Sene 99 oldu, FIFA 99 geldi. O oyunu yıllarca oynadık biz! Ben başka bir oyun üzerine, böylesi bir rekabet bilmiyorum. FIFA 2000 falan geldi ama hikaye! 4 arkadaş çılgınlar gibi oynuyoruz. İnternet memlekete ulaştı, internet cafeler pıtır pıtır açıldı İstanbul’umun dört bir köşesinde. Artık çoklu oyuncu seçeneği var, kimisi maltipıleyır der. Teknoloji son hızıyla girmişti hayatımıza. O sene biz de aile olarak bir internet cafe açtık, bilgisayarlar ve maltipıleyır seçeneği hayatımızın bir parçasıydı artık.

Sene 2002. Üniversite 2. sınıf. Yeni bir dünya kupası yeni bir heyecan dalgası sarmıştı ülkeyi çünkü Türkiye 48 yıl aradan sonra dünya kupası finallerindeydi! Nasıl bir yol kat etmiştik 4 yılda? Haziran ayı boyunca süren maçlar sırasında halen okula devam etmekteydik. Ders çikisi civardaki cafelerde maçları izliyorduk. Hatırlıyorum, iyi de başlamamıştık Türk Milli Takımı olarak. Kosta Rika’dan 1, Çin Halk Cumhuriyet’inden son maçta 3 puan alarak, avaraj farkıyla Brezilya’nın arkasında çikmistik gruplardan. Türkiye Dünya Kupası’nda 3. oldu o sene! Brezilya’ya 2 kez yenildik o turnuvada; bir gruplarda, bir de yarı finalde ama adamlar 5. kez dünya şampiyonu oldular o sene, çok da üstelememek lazım. Biz de bir yandan FIFA 2002 World Cup oynuyoruz. Hakan Şükür’le çektigimiz şutlarımız alev alıyor o sene bilgisayar ekranlarında!

Sene 2006. Bir başka dünya kupası gelip çatmisti. Almanya 2006. Türkiye gene ortalarda yok bu kupada. 4 sene öncesinin dünya 3.’sü, Ukrayna’nın ardından gruplardan çikamiyor, üstelik İsviçre maçı sonrası FIFA tarafından akıllara zarar cezalara çarptiriliyordu. Öte yanda 2002’den bu yana FIFA 2003, 2004 ve 2005 gelmiş, geçmişti. 2004 pek tutulmamış, 2005 gönüllerimizi fethetmeyi başarmıştı. 2006 dünya kupasıyla ilgili bir ilginç anım da maçların bir kısmını, bitmeyen askerliğim sebebiyle 5 günlüğüne geri çağırıldığım Kastamonu’da, babaannemin evinde izleyişimdir. Bunun yanında 2006 Dünya Kupası’nın en unutulmaz olayı elbette Zidane’ın finalde Materazzi’nin göğsüne attığı kafadır. O sene emekli olan Zidane’ın kafası hep özlenecektir bana göre. Zidane kafası!

Sene 2008. Ben İngiltere yolcusu olarak 29 Şubat’ta Türkiye’den ayrılır, önce uçakla Londra’ya, ardından trenle East Sussex’e, 17 ay boyunca yaşayacağım küçük ve sevimli kasaba Mayfield’a gelirim. Burada bir yandan İngilizce’mi geliştirir, bir yandan da İngiliz kültürüne yakın markajda bulunurken, öte yanda 1998’den başlayarak anlattığım kısa dönemin sürmekte olan başkalaşimına yeni bir açıdan bakma şansı bulurum. FIFA oyununu malesef FIFA 2008’le, kuzenimle aramda genelde onun dominasyonuyla sonuçlanan ama daima tat veren bir çekismeyle geride bırakmışımdır. 2008 Haziran’ında, ilk defa uluslararası bir futbol turnuvasını bir Avrupa ülkesinde, futbolun beşiği olarak adlandırılan İngiltere’de izlemekteyimdir. Küçük kasabada hemen herkes maçları takip etmekte, evlerde, publarda ekranların karşisına dizilmektedir. Turnuvaya yavaş başlayan Türkiye son dakika gazlarıyla yüzümüzü güldürür ve beni yüzümde Türk Bayrağı renkleriyle kalabalığın arasına çıkartır. Sanılanın aksine herkes çok ılımlı, çok arkadaş canlısıdır. Holiganımsı davranışlara hiç rastlanılmaz. Demek ki beş parmağın beşi de bir değilmiştir. Bir başka ilginç nokta meslek icabı arkadaşlarımın bir çogu bayandır ve hepsi de futbolla çok ilgilidirler. Maçları hep beraber, kaçırmadan izleriz. Türkiye, 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası’nda İspanya ve Almanya’nın ardında 3.lüğü Rusya ile paylaşır. Kendisine helal olsun dedirtir.

Sene 2010. Artık Tunbridge Wells isimli, Londra’nın 1 saat güneyindeki bir beldede yaşiyorum. Bir dünya kupası daha gelmiş, çatmıştır. Güney Afrika’da yerlerini alan 32 ülke arasında gene Türkiye yoktur. Kendi ülkeni izlemek, desteklemek olaya bambaşka bir tat kazandırmaktadır ve bunun tadı özellikle ülke dışında olduğunda daha da bir ayrıdır.

2 gün once İngiltere maçını izlemek üzere İngiliz ev arkadaşim Christian’la bir puba gittik. İçerisi tıklım tıklım doluydu ama bizim erkeklerin meyhaneye doluşup maç izlemeleri gibi değil. Topluluğun en az yarısı, belki de fazlası bayandı. Bu görüntü bana çok ilginç ama bir o kadar da hoş geldi. Bizde futbol izleyen bayan yok demiyorum ancak böyle bir görüntü de yok. İngiltere, kolaylıkla geçmesi beklenen Amerika engelinde çok basit bir şekilde 2 puan kaptırmıştı ama maç sonrası kalabalık her ne kadar oyundan tatmin olmamışsa da futbolu bittiği yerde bırakıp içkilerine dönerek muhabbetlerine kaldıkları yerden devam ettiler. Bizde böyle bir görüntü de yok!

İngiltere’de bir Türk’ün gözünden yeni başlayan 2010 Dünya Kupası ve dünya futbolunun, bilgisayar oyunlarıyla harmanlanmış bilinmeyen tarihi böyle. Ancak konunun diğer bir yanını da bağlamak gerek. FIFA 2008’den sonra maalesef FIFA 2009 ve 2010 oyunlarını oynama şansı bulamadım. Ancak şans eseri bir kaç hafta önce bilgisayarımı temizlerken dosyalar arasında bir FIFA 99 klasörü buldum ve “hadi canım” diyerek uygulama dosyasını çalistirdigimda gözlerime inanamadım! Yıllar öncesinin oyunu, hatıralar ve duygularla iç içe geçmiş menüsü, görüntüsü gözlerimin önündeydi. Bu yazıyı 2010 Dünya Kupası’nı, İtalya - Paraguay maçını izleyerek yazıyorum ve yazının hemen ardından benim için adeta geçmişe yolculuk olan FIFA 99’u oynayacağım.

98’den bu yana çok şey değişti. Dünya değişti, teknoloji gelişti; futbol değişti, Türk futbolu gelişti. Ancak bütün bu değişimlerin yanında bazen öyle şeyler var ki, bu değişimlerden etkilenmeyerek hayatınızda kalıp usanmaksızın sizin yüzünüzü güldürebiliyor. Hani Mastercard’ın dediği gibi: Kırmızı-Beyaz atkı 15 Lira, Afrika’ya uçak bileti 1500 Lira, Türkiye’yi finallerde izlemek paha biçilemez. Belki bu sefer olmadı ama en azından FIFA 99’um var. O bana yeter…

14.06.2010 / England / Kent / Tunbridge Wells
oda / laptop / bira / cips / İtalya 1 - 1 Paraguay

Bir sosyal medya projesi : Lezzetin Tarifi

Category: , , , ,

Bu yılın başında "Sosyal Medya Hakkında Görüşlerim : Karar Sizin" isimli bir içerik girmiştik blogumuza.

Ocak ayında yazdığım bu yazının sosyal medyanın kullanımına ilişkin kişisel görüşlerimi içerdiğini hatırlatmak isterim. Yazının sonunda ise o dönem henüz planlama aşamasında olan ve görüşlerimi destekleyecek bir sosyal medya projesini tamamladıktan sonra burada verilerini paylaşarak aktaracağımı ifade ve ima etmiştim.

Bu çalışma, Lay's markası için Wanda Digital ve Virgül'ün iş birliği ile ortaya koyulan Lezzetin Tarifi adlı projeydi.

Öncelikle projenin planlaması hakkında bilgi vermek isterim.

Lezzetin Tarifi, Lay's ile yapılabilecek yemek tariflerinin bir blog üzerinden ziyaretçilerle paylaşıldığı bir projedir. Tarifler ünlü aşçı Eyüp Kemal Sevinç'e ait. Proje için Blogcu.com sitesi alt yapısı ile bir blog hazırlandı. Amaca uygun olarak çok fazla detay içermeyen, sade bir tasarımla hazırlanan blog 24 Mart tarihinde online oldu. Blog yazarlarından girilmiş olan içerikleri ya da kendi ürettikleri tarifleri bloglarında yayınlamaları istendi. Bunu yapan blog yazarları arasında içeriği en çok beğenilen 50 yazara sembolik olarak ödüller verildi.

Facebook, Twitter ve diğer mecraların hedef alınmadığı, yalnızca Blogcu.com üyesi blog yazarlarının katılması hedeflenen yarışma için Blogcu.com'un kampanya için merkez seçilmesinin sebepleri arasında Türkiye'nin en çok ziyaret edilen sitelerinden birisi olması (Ocak 2010 iab ölçümlerinde reach' e göre 1. sırada, tekil ziyaretçiye göre 4. sırada yer alıyor), 1 milyonun üzerinde blog yazarının bu site alt yapısını kullanıyor olması, kampanya bloguna girilen her içeriğin anında tüm blog yazarlarının takip alanında görüntülenebiliyor olması gibi başlıkları sayabiliriz.

Ayrıca Blogcu.com sitesi, kadın hedef kitlenin Türkiye'de en çok ziyaret ettiği 6. site durumunda. Bu tarz bir kampanyayı yapabileceğiniz siteler sıralamasında ise 2. sırada yer alıyor.
Lezzetin Tarifi yarışmasına katılmış her blog yazarı kimseyle iletişime geçmeden kendi bloglarında içeriklerini paylaştılar. Paylaşılmış tüm içerikler kendileri ile iletişime geçilmeden marka blogunun kontrol panelinde anında görüntülendi ve yarışmaya uygun bulunan içerikler onaylanarak marka için açılan bir kanalda ayrıca görüntülendi.

24 Mart - 17 Mayıs tarihleri arasında alınan istatistikler ise şu şekilde;

Blogcu.com üzerinde en çok ziyaret edilen 11. blog : www.lezzetintarifi.blogspot.com

Lezzetin Tarifi blogu tekil ziyaretçi sayısı : 465.000

Lezzetin Tarifi içeriklerinin blog yazarlarının takip alanlarında görüntülenme sayısı : 157.000

İçeriklerin portal ve kanallar sayfalarında görüntülenme ve tıklanma sayısı : 2.139.000 / 65.0000

İçeriklerin "beğen"ilme sayısı : 3.950

İçerikler hakkında blog ve stream alanında yapılan yorum sayısı : 652

Yarışma için paylaşılan içerik sayısı : 233

Bu istatistikler dışında; içeriklerin sosyal medyada paylaşılma sayısı, 233 içeriğin farklı bloglarda ayrıca görüntülenme sayısı, o alanlarda yapılan yorum ve beğenilme sayıları v.b. istatistiklerde "real time" olarak izlenebiliyor.

Bu proje aynı zamanda sosyal medya paylaşımlarını amaçlayabilir, blogspot ve wordpress gibi farklı blog tabanlarını kullanan yazarlarında katılabileceği bir versiyonla da çalışabilirdi. Ancak bu yol tercih edilmedi.

Önemli olan çalışmanın istatistikleri değil aslında. Önemli olan, bu iletişim için hiç bir manuel işlemin (içeriklerin girilmesi dışında) gerçekleştirilmemiş olması ve tek merkezden yapılan bir iletişimle mümkün olduğunca fazla blog yazarına ulaşılmış ve onlarla iletişim kurulmadan yarışmaya katılmalarının sağlanmış olmasıdır. En önemli konu ise yapılan her aksiyonun anında takip edilmesi ve istatistik olarak sunulabilir hale getirilebilmesidir.

Lay's için yapılan bu çalışmanın bitmesine yaklaştık. Bu çalışma bundan sonra yapılacak projeler için önemli bir referans olduğu gibi geliştirilmesi gerekli olan tüm alanlarında tespit edilmesine imkan sağlamıştır.

Sosyal Medya iletişimlerinde insan unsurunu en aza indirip, mümkün olduğunca çok kişiye ulaşmak ve ulaşılan her kişi ile girilen etkileşimin ölçülebilir olması gereklidir. Aksi durumda sosyal medya iletisi gerçekleştirmiş olabiliriz.

Lay's çalışması istatistikleri ile başarılı ya da başarısız olmuştur. Ancak uygulama biçimi ve iş planı ile çok başarılıdır.

Lay's, Wanda Digital ve Virgül çok değerli bir case'i tamamladılar.

Karar sizin:)

Avrupa seferine hazır olun

Category: ,


2005 yılında Maksut Coşkun tarafından Ankara'da kurulan MCD Gençlik Kulübü'nün "Gençlik Otobüsü" projesi ilgimizi çekiyor son günlerde.

Ankara'da çeşitli üniversitelerde okuyan öğrenciler için eğitimler veren ve özellikle yabancı öğrenciler için oryantasyon programları olarak kabul edilebilecek çalışmalar yapmak üzere yola çıkan kurum şimdilerde çok özel ve önemli bir projeyi de yürütüyor.

Yapılmış en büyük gençlik projesi kabul edilen projenin amacı Avrupa'da yaşayan gençleri bir araya getirerek sürdürülebilir ortaklıklar ortaya çıkması.

Daha öncede Avrupa Birliği fonları ile projeler düzenleyen MCD Gençlik Kulübü bir slogan karşılığında gençleri 52 günde 20 Avrupa başkentine götürüyor.

17 AB üyesi ülkenin de yer aldığı projeye katılabilmek için yaratıcı sloganınızı SMS ile göndermeniz yeterli olacak. 1-31 Mayıs tarihleri arasında tüm oparatörlerden "GO" yazarak 3717'ye gönderen 17-30 arasındaki (30 yaş üstü kişiler slogan gönderebilir ve ödül kazanabilirler ancak ödülü 2. şahıslara devretmek zorunda olacaklar.) 30 genç yola çıkmak için hak kazanacak. Tabi ki önce beğenilen 300 sloganın sahibi ile 1-7 Haziran tarihleri arasında gerçekleştirilecek mülakata katılmaları şart. Birden fazla slogan göndermeniz de mümkün.

Slogan temaları, gençlik otobüsü, gençlik, barış, dostluk ve MCD olarak belirlenmiş.

Otobüs 12 Temmuz tarihinde Ankara'dan hareket edecek.

Gençlik Otobüsü hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız.
MCD Gençlik Kulübü hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız.
Gençlik Otobüsü projesi hakkında bir yazı için tıklayınız.

Her yıl 200.000 kişi kalp krizinden ölüyor

Category: , ,

Bu içeriği girmeye karar verdiğimde yazının bir reklam kampanyası içeriğine sahip olacağını tasarlamıştım. Ancak yapılan iş o kadar önemli bir konu hakkında "farkındalık" yaratmak için hazırlanmıştı ki tüm içeriği değiştirmek zorunda kaldım.

American Heart Association - Amerikan Kalp Vakfı - eğer kalp krizi geçiren birisinin yanındaysanız ilk müdahele konusunda korkulmaması gerektiğini aktarmak için bir tanıtım kampanyası planladı. Bu kampanya için kamu hizmeti içerikli reklam kampanyaları için çalışan AD Council ile birlikte TV, Outdoor ve internet üzerinde tanıtıcı çalışmalar gerçekleştirildi.

"Two steps to save a life" sloganıyla yola çıkılan kampanyada "Hands can do incredible things" söylemiyle bir interaktif platformu hazırlandı. Hands Symphony isimli web sitesi Gothaminc, ID Corp ve Mophonics ajanslarının ortaya çıkardıkları kampanyanın internet platformu oldu. Video ve ses kayıtları ile oluşturan el hareketlerini kontrol ederek kendi "symphony"nizi yaratabiliyor ve paylaşabiliyorsunuz. Ellerimizin ne kadar marifetli olduğunu anlatmalarının sebebi ise kalp krizi geçiren bir kişiye hızlı müdahele etmek için ellerimizi kullanmakta acele etmemiz gerektiğini anlatmak.

Bu başarılı çalışmayı görür görmez kalp krizi ile ilgili bir araştırma yapmak ihtiyacı hissettim.

Ülkemizde kalp krizi sebebiyle ölen her yıl 200.000 kişi bulunuyor. Çoğunlukla futbol sahasında ölen bir futbolcu haberiyle veya bir yakınımızın başına gelmesi ile andığımız kalp krizi ya da enfarktüs, kalbin koroner arterlerinde gerçekleşen bir bozukluk sonrası meydana gelen yetersizlik sonucu şiddetli göğüs ağrısıyla ortaya çıkan ve ölümle sonuçlanması olası fizyolojik duruma deniyor.

Dünyada en başta gelen ölüm sebeplerinden birisi olarak bilinen rahatsızlığın belirtileri ise şunlar;

* Göğüste tam yeri belli olmayan sıkışma hissi veren bir ağrı olur.
* Bu ağrı sol kola ve çeneye doğru yayılır
* Ağrı hareket etmekle artar, dinlenirken azalır, fakat geçmez. Ağrı yarım saatten uzun sürer.
* Ağrıyla birlikte soğuk soğuk terleme ve mide bulantısı vardır.
* Nefes darlığı olur.

Kalp krizi geçirme riskini artıran faktörlerin başlıcaları ise şöyle;

* Sigara içmek
* Kan lipidlerinin (kolesterol, trigliserid) düzensiz olması
* Diyabet Hastalığı
* Obezite
* 65 yaşını geçmiş olmak

Eğer yalnız başınıza iseniz;

Derhal bir yere oturup dinleniniz ve hemen bir sağlık kuruluşuna ulaşmaya çalışınız. Dışarıdaysanız cep telefonuyla yardım isteyiniz. Kesinlikle yürümeye veya merdiven çıkmaya devam etmeyiniz. Çünkü aktiviteye devam etmek zaten oksijen alamayan kalbinizin oksijen talebini daha da artıracaktır.

Not : Son zamanlarda kalp krizi geçirildiğinin anlaşılması halinde bir-iki defa kuvvetlice öksürerek krizde oluşan ritm bozukluğunun düzeltilebileceğini ileri süren yayımlar çıkmıştır, ancak böyle bir yaklaşımın etkinliği henüz tam olarak kanıtlanamamıştır.

Konu hakkında lütfen daha fazla bilgi edinin. İnternet siteleri, doktorunuz ve bu rahatsızlığı geçirmiş olan yakınlarınızdan bilgi edinmemiz kolay.

Göz atmak isterseniz

Hands Symphony Case Study
Kampanya içerikleri
Kalp krizi nedir? Nasıl korunuruz?
Kalp krizi geçirme riskiniz yüzde kaç?
Kalp krizi

Lütfen yorumlarınızda konuyla ilgili olarak bilgilendirici içeriğe yer veriniz.

Bir sonraki projemizde size en iyi görsel efektleri sunmak için sabırsızlanıyoruz

Category: ,


PIXELS by PATRICK JEAN.
Yükleyen onemoreprod. - Sanat ve animasyon videoları.

Sitelerinin "About us - Hakkımızda" bölümünde şöyle bir cümle ile bitirmişler yazıyı;

We look forward to providing you with the best visual effects on your next project!
"Bir sonraki projemizde size en iyi görsel efektleri sunmak için sabırsızlanıyoruz!"

One More Production, Paris'te görsel efektler üzerine tam hizmet veren bir ajans. Son çalışmaları son bir kaç gündür sosyal medya takipçileri ve içerik üreticileri tarafından çok fazla sevildi ve paylaşıldı. Düşük maliyetli olmakla da övünen ajansın son çalışmasının yönetmeni ve yazarı Patrick Jean.

Eski bir televizyon ekranından çöpe atıldıktan hemen sonra çıkarak önce New York şehrini sonra da dünyayı ele geçiren piksellerin intikamını konu alan kısa film gerçekten çok başarılı.

Bebek nasıl yapılırmış?

Category: ,


Amerikalı Cassidy Curtis, eşinin hamilelik döneminde yaratıcı bir fikri hayata geçirmek içinde "başla" diğmesine basmış. 4 ay önce Vimeo'ya yüklediği bu videoyu seyrettiğinizde fikrin yaratıcı ve aynı zamanda eğlenceli olduğunu sizlerde onaylayacaksınız.

"How to Make a Baby" ismini verdiği çalışması sayesinde, bebekleri büyüdüğünde nasıl dünyaya geldikleri sorusuna, annesinin parmağına üfleyerek doğduklarını gönül rahatlığıyla söyleyebilecek.

9 ay boyunca yüzlerce kare fotoğraf çeken çiftin evinde, tripodun ayaklarının izleri hala koydukları yerde duruyormuş.

Cassidy Curtis burada hikayesini ayrıntıları ile anlatmış. Okumanızı tavsiye ederim.

Kişisel belgesel

Category: , , ,



İnsanların fikirlerini paylaşmaları ve tartışmaları amaçlanan forum siteleri oldukça fazla ziyaret alan ve kullanıcısı olan platformlar. Ateist forum ise bunlardan birisi. Bu forumun üyeleri arasında bulunan Nurettin Dilek (Kabeimami), forum sitesinde diğer üyelerle yaptığı tartışmada verdiği sözü turarak kişisel bir belgesel çekmiş 5 ay önce.

"Bizde yalan yok. Evrim kitabını da yaratılış kitabını da tüm kitaplarımızı da kedimizi, hatta mandaları bile gösterdik.Bahçemizi gösterdik. Yetiştirdiğimiz meyve ve sebzeleri de gösterdik. Kara kediyi bile gösterdik." cümlelerinin yer aldığı bir metinle forumda videoyu yayınlamış. Vimeo'daki sayfasına gelen yorumlar ve sorulara yanıtı ise şöyle olmuş;

"Ateist bir sitenin, kurucusu ve yöneticisi "Müslüman okumaz, cahildir okumak yazmak bilmez, çalışmaz cam kenarında oturup tesbih çeker" dedi. Ben de bir müslüman olarak bu videoyu çektim ve o ateist siteye koydum."

Bu belgesel tadındaki amatör çalışmayı çok defa izledim. İlk önce gülerek karşıladığım bu videonun sonradan samimi bir adamın dürüst bir uğraşı olarak görülmesi gerektiğine karar verdim. Dahası herkesin kişisel belgeselini çekmesinin ne kadar güzel olabileceğini düşündüm.

Nurettin Dilek'in Kütahyalı samimi bir köy insanı. Çekim yaptığı yer ailesi ile birlikte yaşadığı mutevazı evi. Muhtemelen ailesinin geçimini sağladığı bahçesi, hayvanları onun için çok değerli. Okumayı çok sevdiği de derme çatma kütüphanesinde görülen tıka basa yerleştirilmiş kitaplardan belli.

Dilek, sadece evini, bahçesini, hayvanlarını ve kitaplarını tanıtmakla kalmayıp aynı zaman Kütahya hakkında da bilgi vermeye gayret etmiş çekimlerinde.

Nurettin Dilek kendisini ve yaşamını tanıtmak için en kestirme yolu da seçmiş bu videoyu yayınlayarak.

Forum sitesinde IFeelGoog takma isimli bir kullanıcı bu video yayınlandığın da forum sitesinde şöyle bir yorum yapmış,

"Valla helal olsun. Tuttun sözünü.. Bahçeniz inanılmaz güzelmiş.. Meyve ağaçlarında gözüm kaldı. En çok armut ağacında... Onun çiçeğinin kokusu çok güzelmiş...

Kitaplarını da tanıtmışsın söz verdiğin gibi. Oğuz belgeseli sonuna dek izlemeli.
Özenle giyinmen de (takım elbise-kravat) izleyenlere -ki bu forum üyeleri oluyor onlar- ve yaptığın işe saygı duyup ciddiye aldığını gösteriyor.

Tebrik ederim. Gerçekten üşenmeyip tek tek anlatmışsın, köyünü, bahçeni, hayvanlarını ve evini de bizimle paylaşmış, tanıtmışsın.

Bir amatör için çok özenli ve düzenli bir iş çıkarmışsın.

Araya camiyi sıkıştırmasan da olurdu diyesim geldi ama, sen yobaz müslümandın. Onu da unutmamak lazım.

Meşhur sinirli babanı da çekeydin keşke...
"

Bu samimi yorumu da konuya karşı forum üyelerinin tepkisini göstermek açısından değerli gördüm.

Kadın

Category:

Henüz dünyaya gelmeden önce kahrımızı çekmeye başlayan, tüm yaşamımız boyunca bizi ellerinde, dizlerinde, koyunlarında büyüten, koruyan ve seven kadınlara teşekkür edelim.

Nail Çakırhan'ın güzel şiirini onlara hediye ediyoruz bugün.

Kadınlar gününüz kutlu olsun.

KADIN

Kimi der ki kadın
uzun kış gecelerinde
yatmak içindir.
Kimi der ki kadın yeşil bir harman yerinde dokuz zilli köçek gibi oynatmak içindir.
Kimi der ki ayalimdir. Boynumda taşıdığım vebalimdir.
Kimi der ki hamur yoğuran.
Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal.

O benim kollarım, bacaklarım. Yavrum, annem, karım, kız kardeşim hayat arkadaşımdır.

Nail Çakırhan

BLOG, 149 kron 90 öre

Category:

Blogumuzun yine bir konuk yazarı var. Bu sefer ki konuk yazarımız 5posta. Tanıyanların ve bilenlerin hiçte şaşırmayacakları kalemiyle bir haber verdi bize bugün. Süprizi bozmamak içinse devamını merakınıza havale ederek yazısı ile başbaşa bırakıyoruz sizleri.

Kendisi için önemli olan bu haberi ilk olarak paylaştığı platformlardan birisi olarak bizi seçmiş olmasından dolayı çok teşekkür ediyoruz. Mutlu olduk.



Biraz internete elini, burnunu, kolunu kaptırmış olanlar bilirler; Profesör Dr. Zihni Sinir gibi acaip projeler geçer insanın kafasından. Genelde ''şunu şöyle yapıp da piyasaya çıksam, parayı vururum'' diye düşünenler çoğunlukta. Ben bu tip düşünceleri, konseptleri başarısızlığa mahkum görüyorum biraz. Belki de bir dönem parası için sevmediğim işler yapmış olmamın rolü vardır bunda. O yüzden sevdiğim ve etrafımda eksikliğini gördüğüm şeylerin üzerine kafa patlatmayı tercih ettim bir süre. Ancak emin olun, bu işler kafa patlatmakla da olmuyor. Fikirlerin, bir yerlerde uzunca süredir sessiz ve derinde yatmış olması, bir anda da spontane olarak çıkması gerekiyor.

2 ay öncesinden, biraz daha vaktim olacağını kestiriyordum yılbaşından sonra. Bu ekstra zamanı, bir süredir çalmayı bıraktığım gitarı elime tekrar yeniden almak için kullanırım diye hesap etim hep. Bunun için kendimi gaza getirmek maksadıyla yeni bir gitar alma sevdasına da düştüm. Ben bir gitar fetişistiyim. Gitar çalmadığım dönemlerimde bile mağazalara girer çıkarım. Beğendiğim bir model olursa hemen deneyip, tadına bakmak için.. Yine bir sürü mağaza dolaştım, amfilere, pedallara taktım beğendiğim gitarları. Eve geldim, YouTube'un karşısında o video senin bu video benim dolandım. Bloglar, forumlar taradım. O aralar kafamda şimşek çakmış olmalı.

Ben Türkiye'yi 1996'da bıraktığım zaman internet falan kullanmıyordum tabii. Nasıl oluyordu da bir gitar, pedal ya da amfi alıyorduk biz? Neye bakıyorduk, kime danışıyorduk? Diğer tüketicilerden alınabilecek tavsiyeler sınırlıydı intenetin olmadığı bir ortamda. Açıkcası biraz mağaza sahiplerinin at oynatması durumu vardı.

Dünü bırakalım, bugün Türkiye'de nasıl dönüyor bu işler? Biraz buna baktım ben. Türk gitar forumlarını gezdim, yorumları okudum. Bayiler, mağazalar hala at oynatıyor. Müzisyenler arasında ise hep aynı, bilindik modellerin adı dönüyor. Benim yapmak istediğim tarzda bir blogun belli kesimler tarafından ilgiyle karşılanacağını sezmem uzun zaman almadı.

Nasıl bir şey yapmaya çalıştım tam olarak? Benzetme yapacak olursam... Bir Samsun Pidecisi açmak değil amacım. Onun yerine İspanyol mutfağını tanıtmak. Evet, belki Paella'yı çok kimse biliyor, adını duydu. Ama Cocido Madrileño tamamen gözlere ve damaklara yabancı. Bunu deneyelim bakalım. Belki o kadar uçmayacağım tabii. Ama dediğim gibi ben bir gitar fetişistiyim. Bu işin gurmesi miyim? Hayır.. Ama olmaya çalışıyorum. Bu konuda bir blog açmaktaki en temel amacım daha fazla şey öğrenmek.

Gurme dedim, İspanyol mutfağı dedim, beklentiler fazla olmasın. Aslında blogun insan içine çıkarılabilmesi için daha zaman ihtiyacı vardı. Mükemmeliğin peşinde koşan biri olmadığım için çocuk düşe kalka büyüsün diye salıverdim ortalığa. En güzel ayarı okuyucu verir. Blog şeklini, havasını zamanla bulur.

Free WP teması üzerine olan bu blogu yazarken yine ücretsiz olan Firefox eklentisi Scribifire'ı kullanıyorum. Haftanın albümünü Spotify'ın ücretsiz, reklamlı versiyonundan dinleyip değerlendiriyorum. Albüme ait parçaları GrooveShark adlı ''bedava'' müzik paylaşım sitesinden bloga ekliyorum. Sonra dünyanın en büyük gitar mağazası var. Her türlü gitar, yan ürünleri ve bunların demosuna sahip YouTube adlı bu dükkanı kullanmak için de para istemiyorlar benden. Dün evden çıktım, kanlı canlı bir gitar mağazasına girdim. Oradaki amfiyi denerken para falan ödemedim. Olur da bu blogdan para kazanacağım gün gelirse, o güne kadar olacak tek masrafım, bilgisayar başında içeceğim espressom. Marketten bugün aldım. Molinari Coffee Beans. Vakumlu paket içinde 149,90.

Now... Shut Up n' Play Yer Guitar...



Not : Sosyal medyada kullandığı avatarını kullandık. Umarız kusur etmemişizdir.

Haziran 2008 tarihli 5posta haberimiz

Benim bütün dualarım seninle

Category:

"Sonsuz güzelliğine bakıyor yorulmuş gözlerim.
Kafamı kaldırıp baktığım etrafta senin izlerin."


Kapıyı evimin anahtar deliğinde çevirmeye başladığımda gülümsediğimi biliyorum. Açtığım kapının ardında sen olacaksın diye... Ayakkabılarımı çıkartmaya başladığımda yüreğimin heyecanını bırakıyorum evin içine. Sonra hızlıca mutfağa, banyoya, yatak odasına girip inceliyorum hevesle dokunduğun, bir şekilde izini bıraktığın her köşe bucağa bakıp, ben de dokunuyorum. İçinde sen varken kutladığım kavuşma bayramlarına inat "sen vardın" diye yad ediyorum yine bayramları.

Dokunduğun ve sen dokundun diye var olan en değersiz eşya benim bedenim sanıyorum. Sen dokundun diye şükrettiğim varlığıma, kutsal bir emanetmişcesine sana layık bir yaşamı hakim kılmaya çalışmam da bu yüzden değil mi zaten?

Senin varlığının hissedildiği her iklimde nefesim daha bir sıhhatli, dimağım daha bir aydnlık. Seni sevmekle “şerefli” madalyasını taktığım yüreğimde senin merhametine emanet.

Tüm yaşamımı senin dokunabileceğin kadar yakınında istemem de bencillikten. Zira ben cennet dediğim koynunda ölmeyi şahadet saydım.

Benim bütün dualarım seninle bu nedenle. Bundan sonrası Ertan ANAPA’nın güzel sesiyle Sezen Cumhur Önal’ın sözlerine havale....



Gün önemsiz görünsede 14 Şubat’tı. Ben de hayatımın kadını müstakbel eşime iki kelam ettim. Ettirmek nasip ettiği için Allah’a şükürler ediyorum.

Seni kadrini bilecek kadar çok seviyorum.

Sosyal Medya Hakkındaki Görüşlerim : Karar Sizin

Category: ,

Google'da yapacağınız basit bir araştırma sonrasında sosyal medya kavramının tanım karşılığının ne olduğunu öğrenmemiz son derece kolay. Hatta konuyla yerli ve yabancı çok sayıda kaynağa, makaleye ulaşarak tanımın algılanışı ile ilgili olarak da çok fazla fikir sahibi olmamız mümkün görünüyor. İngilizce yazarak arama yaptığınızda 206 milyon, türkçe yazarak arama yaptığınızda da 6.2 milyon sonuca ulaşabilirsiniz.

Wikipedia'nın türkçe sayfasında sosyal medya tanımı ilk cümlede "zaman ve mekan sınırlaması olmadan (mobil tabanlı), paylaşımın, tartışmanın esas olduğu bir insanî iletişim şeklidir." olarak ifade edilmiş. Bu tanım diğer yapılmış tüm tanımların ve bu yazının tabanını teşkil ediyor sayılır. Ancak tanım yalnızca soru-cevap-tartışma içeriğinin sosyal medyayı yarattığını ifade ediyor. Buna video, fotoğraf, bilgi, ürün ve hizmet paylaşımının da yapıldığı mecraları da ekleyerek tanımı daha da genişletmek istiyorum.

Bu noktada kendi tanımım şu olacak; Sosyal medya zaman ve mekan sınırlaması olmadan, mobil tabanlı teknolojilerin ve internet teknolojisinin sağladığı imkanlara dayalı, tüm paylaşımların kişiler tarafından yapıldığı ve tüm faydanın kişilere yönelik olduğu ancak aynı zamanda kişilerle birlikte kurumlarında yer aldığı hızlı bir iletişim, hizmet ve pazarlama alanıdır.

Tanım karmaşası içerisinde zaman kaybetmeden, günümüz reklam ve pazarlama dünyasında sosyal medyanın algılanışı, kullanılışı üzerinde durmaya ve sosyal medyanın pazarlama iletişimindeki yerini anlamaya yoğunlaşmayı tercih edeceğim. Ayrıca sosyal medyanın günümüz imkanlarında nasıl kullanılmasının gerektiğine dair fikirlerimi ekleyeceğim. Yazının yalnızca Türkiye'de yapılan uygulamalara dair olduğunu da hatırlatmak isterim.

Sosyal medyanın markalar (aslında markalar için çalışan ajanslar) tarafından keşfedilmesini sağlayan sürecin özellikle ülkemizde yurt dışı kaynaklı başarılı pazarlama uygulamalarının duyulması ve Obama'nın başkanlık seçimlerinde sosyal medyayı kullanması üzerine geniş kitlelerce konunun algılandığının sanılması ile başladığını düşünüyorum. Bu süreç, ajansların o güne kadar internet üzerinde yapılan reklam uygulamaları için ayrılan bütçelerin karşılığının beklenen başarıyı getirmemesi ve yenilikçi olma hırsı ile daha da hızlandı.

Özellikle, Twitter ve Youtube gibi mecraların yurt dışında yapılan başarılı uygulamaların önemli araçları olarak kullanılması ve hemen ardından Facebook'un Türkiye'de çok sayıda kullanıcıya ulaşarak sosyal medya için çok değerli bir mecraya dönüşmesi işleri kolaylaştırdı. Bunlara Friendfeed'in de eklenmesi markaların henüz anlayamadıkları ve ajansların onlar adına yönetilmesi gerektiğini düşündükleri 4 mecranın "sosyal medya" olarak tanımlanmasını sağladı.

Sosyal medya mecralarının özellikle bu 3 (Youtube'u konu dışında tutarak devam edeceğim çünkü Youtube alanında yapılan Türkiye merkezli, özellikli bir çalışma henüz bilmiyorum) araçla sınırlıymış gibi durması konusu yakın geçmişten itibaren de tartışılmaya başlandı. Halbuki gözlerini "yurtdışında neler oluyor"a çevirmiş ajans yöneticilerinin, çalışanlarının ve internet konusunda araştırma yapan danışmanların herkesten önce bu mecraları keşfetmiş ve kullanıcı olarak çok sevmiş olmalarının sorunun cevabı olduğu neredeyse açık.

Tüm bu mecralara kimsenin kayıtsız kalamayacağı bloglarında eklenmesi alanı çok genişletmiş gibi göründü. Blog yazarlarına ise ulaşmak çok zahmetli sayılmıyordu çünkü sosyal medya mecralarını (yukarıda saydığım 3 mecra) öncelikle yazarlar kullanıyor sanılıyordu.

Konu markaları ikna etmeye geldiğinde ise bu çok zor bir iş olarak görülmedi. Çoğunlukla konuya uzak marka yöneticileri yurt dışı başarı öyküleri, abartılmış rakamlar ve beklentilerle birlikte düşük maliyetlerle kolayca ve kibarca ikna edilebiliyorlardı.

Aşağı yukarı bu şekilde ilerleyen sürecin sonunda yapılan kampanyaların başarılı olanları işin sahiplerini memnun etti. Başarılı olarak anılan ancak aslında olması gerektiği kadar başarı getirmemiş olanlar ise sosyal medya kazaları olarak anılmakla kaldılar. Bu noktada "sosyal medyayı kullanacaksın ama herkes gibi değil, bu işin başarılı olması için şu şu şu gerekli" cümleleri ortaya çıkmaya başladı. Sunumlar hazırlandı, araştırmalar farklılaştırıldı ve karara varmaya çalışıldı.

Aslında yapılan uygulamalar şunlardı; Öncelikle yapılacak kampanya ile ilgili bir mikro site yapıldı. Bu mikro siteyi duyurmak için çoğu zaman yapıldığı üzere bir medya planlama ajansı "banner" kampanyası için planlama ve satın alma gerçekleştirdi. İşi yapan digital ajans veya sosyal medya ajansı Facebook, twitter ve friendfeed'de kampanya için hesap açtı. Kampanya iletişimi için bir jnr. çalışan masanın başına geçti ve bu hesapları kullanarak "duyuru" niteliğinde içerikler girmeye başladı. Ayrıca friendfeed'den belirlenmiş olan blog yazarları ile iletişime geçildi. Yazarlar davet edildi, yazı yazmaları rica edildi, ürün gönderebilmek için adresleri istendi v.s.

Mikro site'nin kaç ziyaretçi aldığı, ortalama sitede kalış süreleri, bannerların yayınlandığı alan performansları her zaman olduğu gibi raporlandı. Aynı zamanda sosyal mecralarda girilmiş içeriklere kaç kişinin yorum yazdığı, kaç kişinin "beğen" butonuna tıkladığı ve belirlenmiş az sayıda blog yazarının kaçının davete icabet ettiği, kaçına ürün gönderildiği ve kaçının içerik olarak blogunda konuya yer verdiği raporlanabildi. Eğer alınabildiyse, blog yazarlarının bloglarında yayınladığı içeriklerin ne kadar kişi tarafından görüntülendiği de raporlanabilmiş olabilir.

Bu uygulamanın çeşitlendiğini, geliştirilmiş örneklerin var olduğunu biliyorum. Markalarının mecralarda daha uzun süreli iletişim için konumlanma çabasında olduğunu da görüyorum. Açıkcası son zamanlarda mecra bazlı bazı güzel uygulamaları da seyrediyorum.

Öncelikle kampanya bazlı olduğunu varsaydığım bu kurguda mikro sitenin, sosyal medya mecralarının kullanımının, blogların ve viral video (son dönemlerde popüler olan bu uygulamayı da şimdi dahil edersek) yayılım strajesinin (var mı böyle bir strateji çok emin değilim) birbirinden kopuk, sonuçları tam olarak hesaplanamaz, kişisel çabalarla çok zaman harcanarak yapılan manuel iletişim metotları gerektiren bir modeli ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.

Bu tespitlerin ardından sosyal medya kullanımı konusunda deneyimlerim, gözlemlerim ve araştırmalarım sonucunda "peki nasıl yapılmalı?" sorusunun cevabını bulmaya çalışacağım.

Öncelikle bir mikro site kurusu ile birlikte mikro siteye adapte edilmiş bir kampanya blogu hazırlamak gerekiyor. Bu sayede kampanya kendisine ait bir sosyal medya iletişim aracını da yaratmış oluyor. Bu araç kampanyanın sosyal medya iletişimi adına bir merkez üst olarak konumlandırılmalı. Bu bloga girilecek içerikler anında kampanyaya ait sosyal medya mecralarında ve daha önce seçilmemiş mümkünse ulaşılabilecek tüm blog yazarlarının var olduğu blog uzayında görüntülenebilir olmalıdır. En azından bu uzayda ulaşılabilecek tüm blog yazarlarına ulaşmanın yolları aranmalıdır ki vardır. Bu sayede mikro site üzerinden markanın belirleyeceği ajansı tarafından yönetilecek içerik paylaşma süresi sonunda kaç blogcuya ulaşılacağı minimum değerde projenin başında tespit edilmiş olacaktır. Bu rakamın Türkiye şartlarında bile yüzbinlerle ifade edilmesi mümkün. Bu blog yazarlarının kendileri ile paylaşılmış bu içerikle olan etkileşimini de anında almak mümkün. Hatta daha önce hiç bir yerde rastlamadığınız bir blogun, markanızın kampanyası ile ilgili olarak bir içerik ürettiğinde bundan anında haberdar olmanızda mümkün. Daha da önemlisi yayınlanan içeriğin kaç kişi tarafından görüntülendiğini de anında öğrenmeniz mümkün.

Bu kurguda yapılması planlanan iletişim tek noktadan, tek hareketle otomatik olarak gerçekleşmekte. Aynı zamanda iletişim sonucunda yaratılmış değeri an be an takip etmek ve optimizasyon yaparak başarı olarak hedeflenen değerlere ulaşmakta kolay. En önemlisi, henüz kampanya planlama aşamasında sosyal medya iletişimin hangi araçlarla, ne kadar süre, ne zaman, hangi yoğunlukta, ne tür içeriklerle yapılacağını belirlemek ve bir standart plan oluşturmakta büyük bir avantaj sağlıyor.

Elbette bu aktardığım yapının kurgusu çok fazla da detay içeriyor. Ancak bu detayları yazmak yerine bir kampanya örneğinden sonra aktarmam çok daha uygun görünüyor.

Konsantre Ariel reklamlarında Derya Baykal'ın her gün söylediği gibi. "Karar sizin"

not : Görselleri büyütmek zorunda kalacağınız için üzgünüm.

Kağıttan uçak yaptım.

Category:

Imam Baildi - O Pasatempos by nacrugu

Boş sayfalara ne yazılır bilmiyorum. Öğrenmekte istemedim hiç. Kitapları cümlelerle dolduranlara da hayranlıkla bakmadım. İnsanın yazmak için bir hikayeye ihtiyaç duyduğunu da düşünmüyorum. İnsanın yaşamak için ihtiyaç duyduklarını yazmasını da anlamıyorum. Boş kağıtlar boş kalmalı.

Boş kağıt demişken kağıttan uçak yapma sanatı konusunda ki uzmanlığıma da değinmeden geçemeyeceğim. Dünya rekoru 22 saniyenin üzerindeymiş bir kağıttan uçağın havada kalma süresi itibariyle. Ben 10 saniye süre havada kalabilen uçak yapabiliyorum. Sanıyorum bu konuda çok fazla insandan daha iyi olduğumu kanıtlıyordur bu.

Kanıt demişken kanıtlamak istediğim bir başka şey daha aklıma geliverdi birden. Kuşlar kanatları olduğu için değil, uçmak zorunda olduklarını anladıkları için uçarlar. Bu sebeple doğar doğmaz uçabilecekleri halde uçamazlar. Ne zaman ki açlıklarını gidermek için uçmaları gerektiğinin farkına farırlar o zaman uçarlar. Kanatları onlara sadece ihtiyaç duydukları anda yardım edebilir. Ve bir kere uçmayı başardıklarında artık hep uçarlar.

Uçmak demişken aklıma benim ilk uçma deneyimim geldi. "Check in" için sırada beklerken ellerimin ne kadar çok terlediğini ve bu deneyimi daha önce yaşamadığım için yukarıda olma hissinin neye benzeyeceğini tanımlayamadığım o anlar. İçimden sürekli uçmama gerek yok, gideceğim yere karadan da varabilirim diyordum. Ama diğer yandan da bu deneyimi yaşamak için kendimi zorluyordum. Uçacaktım. Ne pahasına olursa olsun uçmalıydım. Uçtum. Kendimle savaşımı kazandım.


Kendimle savaşım demişken başka bir savaş akılma geldi hemen. İnsanın yaşamak için verdiği savaş. Kim bilir kaç cephede sürdürdüğü savaş...Kendi iradesi ve kararı olmadan geldiği dünyada önüne konulanlarla, önünde olması gerekenlere duyduğu arzuyla, önünde olmasını istediklerinin başka diğer insanların önünde olmasıyla yaşadığı dramatik kıskançlıkla, etrafını saran kendisinin istemediği kurallar ve sunulanlarla çelişen iç dünyasıyla, belli belirsiz gördüğü hayallerin gerçek olması için girdiği yolla...Bu savaş için açılan cephe sayısını söylemek çok zor. Aslında kısacık ömrü için bu kadar uzun uzadıya düşünmekten vazgeçerek var olmasıyla olmaması arasında ki tek farkın “ego” su olduğunu bilse insan, kuşandığı ve taşımak zorunda kaldığı onlarca silahı bir kenara atıp rahatlayacak.

Silah demişken aklıma bir filmde gördüğüm keskin nişancı geldi. Kilometrelerce öteden, rüzgarın yön ve hızını da hesaba katarak kimsenin vuramayacağı hedefleri hatasız vurabiliyordu. Ancak bu kadar uzağı keskin nişan alma yeteneği ile gören gözleri hemen yanıbaşında kurulan acemice hazırlanmış tuzakları görememişti. Gördüğü tek şey taa uzaklardı.

Taa uzaklar demişken uzaklarda kalan bir özlemimi hatırladım. Çocukluğumu...Dönüp baktığımda bile göremediğim ardımda bıraktığım kendimi. Unuttuğum ve unutmaktan mutsuz olduğum anne kuzusu zamanlarımı. Hatırlayabildiğim en eski anımın ne olduğunu sordum kendime bu sabah. Babamın beni bir oyuncak dükkanına götürüp dilediğimi alabildiğim bir alışverişi hediye etmesiydi. 4 ya da 5 yaşlarındaydım. Demek ki yaklaşık 26 yıldır yaşıyorum. Hayır 26 değil. “İnsan ne kadar süre yaşadığı ile değil, ne kadar anlamlı süre yaşadığı ile eş değer olarak yaşını ifade etmeli.” sözünü daha bu sabah okudum. İşte şimdi hesaplamak daha da zorlaşıyor yaşımı.

Zor demişken çok daha zor bir şey gördüm yaşarken. Yalnız kalmak...Yalnızlık dünyadaki en acımasız işkence. Bu sebeple mahkumlar için tek başlarına kaldıkları hücreler, zindanlar yaptırılmış yüzyıllarca. İnsanı yalnızlığa mahkum eden insanlar varmış.

Boş kağıt sayfalarından uçak yapıp, uçmayı bilmeyen sayfalara uçmayı öğretmeye çalıştım yıllarca. 10 saniye için bile olsa yeryüzünün üzerinde süzülebiliyorlardı. Uçmaya ihtiyaçları olup olmadığını sormadım. Fırlattığım gökyüzü ile savaşacak tek silahları cılız yapılarıydı. Taa uzaklara gitmeyi isteyebilirlerdi belki ama o kadar uzağı sadece görebilirlerdi gözleri olsa. Ama asla gidemezlerdi. Düştüklerinde yerden almadım. Orada öylece kaldılar. Geriye dönüp baktılar belki. 10 saniyelik ömürlerinde 10 saniyeyi de anlamlı geçirmiş oldukları için 10 saniyelik yaşlarını mutlu geçirdiler.

Yalnız kaldıkları andı asıl onları deli eden.

fotoğraf

Related Posts with Thumbnails