Sosyal Medya Hakkındaki Görüşlerim : Karar Sizin

Category: ,

Google'da yapacağınız basit bir araştırma sonrasında sosyal medya kavramının tanım karşılığının ne olduğunu öğrenmemiz son derece kolay. Hatta konuyla yerli ve yabancı çok sayıda kaynağa, makaleye ulaşarak tanımın algılanışı ile ilgili olarak da çok fazla fikir sahibi olmamız mümkün görünüyor. İngilizce yazarak arama yaptığınızda 206 milyon, türkçe yazarak arama yaptığınızda da 6.2 milyon sonuca ulaşabilirsiniz.

Wikipedia'nın türkçe sayfasında sosyal medya tanımı ilk cümlede "zaman ve mekan sınırlaması olmadan (mobil tabanlı), paylaşımın, tartışmanın esas olduğu bir insanî iletişim şeklidir." olarak ifade edilmiş. Bu tanım diğer yapılmış tüm tanımların ve bu yazının tabanını teşkil ediyor sayılır. Ancak tanım yalnızca soru-cevap-tartışma içeriğinin sosyal medyayı yarattığını ifade ediyor. Buna video, fotoğraf, bilgi, ürün ve hizmet paylaşımının da yapıldığı mecraları da ekleyerek tanımı daha da genişletmek istiyorum.

Bu noktada kendi tanımım şu olacak; Sosyal medya zaman ve mekan sınırlaması olmadan, mobil tabanlı teknolojilerin ve internet teknolojisinin sağladığı imkanlara dayalı, tüm paylaşımların kişiler tarafından yapıldığı ve tüm faydanın kişilere yönelik olduğu ancak aynı zamanda kişilerle birlikte kurumlarında yer aldığı hızlı bir iletişim, hizmet ve pazarlama alanıdır.

Tanım karmaşası içerisinde zaman kaybetmeden, günümüz reklam ve pazarlama dünyasında sosyal medyanın algılanışı, kullanılışı üzerinde durmaya ve sosyal medyanın pazarlama iletişimindeki yerini anlamaya yoğunlaşmayı tercih edeceğim. Ayrıca sosyal medyanın günümüz imkanlarında nasıl kullanılmasının gerektiğine dair fikirlerimi ekleyeceğim. Yazının yalnızca Türkiye'de yapılan uygulamalara dair olduğunu da hatırlatmak isterim.

Sosyal medyanın markalar (aslında markalar için çalışan ajanslar) tarafından keşfedilmesini sağlayan sürecin özellikle ülkemizde yurt dışı kaynaklı başarılı pazarlama uygulamalarının duyulması ve Obama'nın başkanlık seçimlerinde sosyal medyayı kullanması üzerine geniş kitlelerce konunun algılandığının sanılması ile başladığını düşünüyorum. Bu süreç, ajansların o güne kadar internet üzerinde yapılan reklam uygulamaları için ayrılan bütçelerin karşılığının beklenen başarıyı getirmemesi ve yenilikçi olma hırsı ile daha da hızlandı.

Özellikle, Twitter ve Youtube gibi mecraların yurt dışında yapılan başarılı uygulamaların önemli araçları olarak kullanılması ve hemen ardından Facebook'un Türkiye'de çok sayıda kullanıcıya ulaşarak sosyal medya için çok değerli bir mecraya dönüşmesi işleri kolaylaştırdı. Bunlara Friendfeed'in de eklenmesi markaların henüz anlayamadıkları ve ajansların onlar adına yönetilmesi gerektiğini düşündükleri 4 mecranın "sosyal medya" olarak tanımlanmasını sağladı.

Sosyal medya mecralarının özellikle bu 3 (Youtube'u konu dışında tutarak devam edeceğim çünkü Youtube alanında yapılan Türkiye merkezli, özellikli bir çalışma henüz bilmiyorum) araçla sınırlıymış gibi durması konusu yakın geçmişten itibaren de tartışılmaya başlandı. Halbuki gözlerini "yurtdışında neler oluyor"a çevirmiş ajans yöneticilerinin, çalışanlarının ve internet konusunda araştırma yapan danışmanların herkesten önce bu mecraları keşfetmiş ve kullanıcı olarak çok sevmiş olmalarının sorunun cevabı olduğu neredeyse açık.

Tüm bu mecralara kimsenin kayıtsız kalamayacağı bloglarında eklenmesi alanı çok genişletmiş gibi göründü. Blog yazarlarına ise ulaşmak çok zahmetli sayılmıyordu çünkü sosyal medya mecralarını (yukarıda saydığım 3 mecra) öncelikle yazarlar kullanıyor sanılıyordu.

Konu markaları ikna etmeye geldiğinde ise bu çok zor bir iş olarak görülmedi. Çoğunlukla konuya uzak marka yöneticileri yurt dışı başarı öyküleri, abartılmış rakamlar ve beklentilerle birlikte düşük maliyetlerle kolayca ve kibarca ikna edilebiliyorlardı.

Aşağı yukarı bu şekilde ilerleyen sürecin sonunda yapılan kampanyaların başarılı olanları işin sahiplerini memnun etti. Başarılı olarak anılan ancak aslında olması gerektiği kadar başarı getirmemiş olanlar ise sosyal medya kazaları olarak anılmakla kaldılar. Bu noktada "sosyal medyayı kullanacaksın ama herkes gibi değil, bu işin başarılı olması için şu şu şu gerekli" cümleleri ortaya çıkmaya başladı. Sunumlar hazırlandı, araştırmalar farklılaştırıldı ve karara varmaya çalışıldı.

Aslında yapılan uygulamalar şunlardı; Öncelikle yapılacak kampanya ile ilgili bir mikro site yapıldı. Bu mikro siteyi duyurmak için çoğu zaman yapıldığı üzere bir medya planlama ajansı "banner" kampanyası için planlama ve satın alma gerçekleştirdi. İşi yapan digital ajans veya sosyal medya ajansı Facebook, twitter ve friendfeed'de kampanya için hesap açtı. Kampanya iletişimi için bir jnr. çalışan masanın başına geçti ve bu hesapları kullanarak "duyuru" niteliğinde içerikler girmeye başladı. Ayrıca friendfeed'den belirlenmiş olan blog yazarları ile iletişime geçildi. Yazarlar davet edildi, yazı yazmaları rica edildi, ürün gönderebilmek için adresleri istendi v.s.

Mikro site'nin kaç ziyaretçi aldığı, ortalama sitede kalış süreleri, bannerların yayınlandığı alan performansları her zaman olduğu gibi raporlandı. Aynı zamanda sosyal mecralarda girilmiş içeriklere kaç kişinin yorum yazdığı, kaç kişinin "beğen" butonuna tıkladığı ve belirlenmiş az sayıda blog yazarının kaçının davete icabet ettiği, kaçına ürün gönderildiği ve kaçının içerik olarak blogunda konuya yer verdiği raporlanabildi. Eğer alınabildiyse, blog yazarlarının bloglarında yayınladığı içeriklerin ne kadar kişi tarafından görüntülendiği de raporlanabilmiş olabilir.

Bu uygulamanın çeşitlendiğini, geliştirilmiş örneklerin var olduğunu biliyorum. Markalarının mecralarda daha uzun süreli iletişim için konumlanma çabasında olduğunu da görüyorum. Açıkcası son zamanlarda mecra bazlı bazı güzel uygulamaları da seyrediyorum.

Öncelikle kampanya bazlı olduğunu varsaydığım bu kurguda mikro sitenin, sosyal medya mecralarının kullanımının, blogların ve viral video (son dönemlerde popüler olan bu uygulamayı da şimdi dahil edersek) yayılım strajesinin (var mı böyle bir strateji çok emin değilim) birbirinden kopuk, sonuçları tam olarak hesaplanamaz, kişisel çabalarla çok zaman harcanarak yapılan manuel iletişim metotları gerektiren bir modeli ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.

Bu tespitlerin ardından sosyal medya kullanımı konusunda deneyimlerim, gözlemlerim ve araştırmalarım sonucunda "peki nasıl yapılmalı?" sorusunun cevabını bulmaya çalışacağım.

Öncelikle bir mikro site kurusu ile birlikte mikro siteye adapte edilmiş bir kampanya blogu hazırlamak gerekiyor. Bu sayede kampanya kendisine ait bir sosyal medya iletişim aracını da yaratmış oluyor. Bu araç kampanyanın sosyal medya iletişimi adına bir merkez üst olarak konumlandırılmalı. Bu bloga girilecek içerikler anında kampanyaya ait sosyal medya mecralarında ve daha önce seçilmemiş mümkünse ulaşılabilecek tüm blog yazarlarının var olduğu blog uzayında görüntülenebilir olmalıdır. En azından bu uzayda ulaşılabilecek tüm blog yazarlarına ulaşmanın yolları aranmalıdır ki vardır. Bu sayede mikro site üzerinden markanın belirleyeceği ajansı tarafından yönetilecek içerik paylaşma süresi sonunda kaç blogcuya ulaşılacağı minimum değerde projenin başında tespit edilmiş olacaktır. Bu rakamın Türkiye şartlarında bile yüzbinlerle ifade edilmesi mümkün. Bu blog yazarlarının kendileri ile paylaşılmış bu içerikle olan etkileşimini de anında almak mümkün. Hatta daha önce hiç bir yerde rastlamadığınız bir blogun, markanızın kampanyası ile ilgili olarak bir içerik ürettiğinde bundan anında haberdar olmanızda mümkün. Daha da önemlisi yayınlanan içeriğin kaç kişi tarafından görüntülendiğini de anında öğrenmeniz mümkün.

Bu kurguda yapılması planlanan iletişim tek noktadan, tek hareketle otomatik olarak gerçekleşmekte. Aynı zamanda iletişim sonucunda yaratılmış değeri an be an takip etmek ve optimizasyon yaparak başarı olarak hedeflenen değerlere ulaşmakta kolay. En önemlisi, henüz kampanya planlama aşamasında sosyal medya iletişimin hangi araçlarla, ne kadar süre, ne zaman, hangi yoğunlukta, ne tür içeriklerle yapılacağını belirlemek ve bir standart plan oluşturmakta büyük bir avantaj sağlıyor.

Elbette bu aktardığım yapının kurgusu çok fazla da detay içeriyor. Ancak bu detayları yazmak yerine bir kampanya örneğinden sonra aktarmam çok daha uygun görünüyor.

Konsantre Ariel reklamlarında Derya Baykal'ın her gün söylediği gibi. "Karar sizin"

not : Görselleri büyütmek zorunda kalacağınız için üzgünüm.

Kağıttan uçak yaptım.

Category:

Imam Baildi - O Pasatempos by nacrugu

Boş sayfalara ne yazılır bilmiyorum. Öğrenmekte istemedim hiç. Kitapları cümlelerle dolduranlara da hayranlıkla bakmadım. İnsanın yazmak için bir hikayeye ihtiyaç duyduğunu da düşünmüyorum. İnsanın yaşamak için ihtiyaç duyduklarını yazmasını da anlamıyorum. Boş kağıtlar boş kalmalı.

Boş kağıt demişken kağıttan uçak yapma sanatı konusunda ki uzmanlığıma da değinmeden geçemeyeceğim. Dünya rekoru 22 saniyenin üzerindeymiş bir kağıttan uçağın havada kalma süresi itibariyle. Ben 10 saniye süre havada kalabilen uçak yapabiliyorum. Sanıyorum bu konuda çok fazla insandan daha iyi olduğumu kanıtlıyordur bu.

Kanıt demişken kanıtlamak istediğim bir başka şey daha aklıma geliverdi birden. Kuşlar kanatları olduğu için değil, uçmak zorunda olduklarını anladıkları için uçarlar. Bu sebeple doğar doğmaz uçabilecekleri halde uçamazlar. Ne zaman ki açlıklarını gidermek için uçmaları gerektiğinin farkına farırlar o zaman uçarlar. Kanatları onlara sadece ihtiyaç duydukları anda yardım edebilir. Ve bir kere uçmayı başardıklarında artık hep uçarlar.

Uçmak demişken aklıma benim ilk uçma deneyimim geldi. "Check in" için sırada beklerken ellerimin ne kadar çok terlediğini ve bu deneyimi daha önce yaşamadığım için yukarıda olma hissinin neye benzeyeceğini tanımlayamadığım o anlar. İçimden sürekli uçmama gerek yok, gideceğim yere karadan da varabilirim diyordum. Ama diğer yandan da bu deneyimi yaşamak için kendimi zorluyordum. Uçacaktım. Ne pahasına olursa olsun uçmalıydım. Uçtum. Kendimle savaşımı kazandım.


Kendimle savaşım demişken başka bir savaş akılma geldi hemen. İnsanın yaşamak için verdiği savaş. Kim bilir kaç cephede sürdürdüğü savaş...Kendi iradesi ve kararı olmadan geldiği dünyada önüne konulanlarla, önünde olması gerekenlere duyduğu arzuyla, önünde olmasını istediklerinin başka diğer insanların önünde olmasıyla yaşadığı dramatik kıskançlıkla, etrafını saran kendisinin istemediği kurallar ve sunulanlarla çelişen iç dünyasıyla, belli belirsiz gördüğü hayallerin gerçek olması için girdiği yolla...Bu savaş için açılan cephe sayısını söylemek çok zor. Aslında kısacık ömrü için bu kadar uzun uzadıya düşünmekten vazgeçerek var olmasıyla olmaması arasında ki tek farkın “ego” su olduğunu bilse insan, kuşandığı ve taşımak zorunda kaldığı onlarca silahı bir kenara atıp rahatlayacak.

Silah demişken aklıma bir filmde gördüğüm keskin nişancı geldi. Kilometrelerce öteden, rüzgarın yön ve hızını da hesaba katarak kimsenin vuramayacağı hedefleri hatasız vurabiliyordu. Ancak bu kadar uzağı keskin nişan alma yeteneği ile gören gözleri hemen yanıbaşında kurulan acemice hazırlanmış tuzakları görememişti. Gördüğü tek şey taa uzaklardı.

Taa uzaklar demişken uzaklarda kalan bir özlemimi hatırladım. Çocukluğumu...Dönüp baktığımda bile göremediğim ardımda bıraktığım kendimi. Unuttuğum ve unutmaktan mutsuz olduğum anne kuzusu zamanlarımı. Hatırlayabildiğim en eski anımın ne olduğunu sordum kendime bu sabah. Babamın beni bir oyuncak dükkanına götürüp dilediğimi alabildiğim bir alışverişi hediye etmesiydi. 4 ya da 5 yaşlarındaydım. Demek ki yaklaşık 26 yıldır yaşıyorum. Hayır 26 değil. “İnsan ne kadar süre yaşadığı ile değil, ne kadar anlamlı süre yaşadığı ile eş değer olarak yaşını ifade etmeli.” sözünü daha bu sabah okudum. İşte şimdi hesaplamak daha da zorlaşıyor yaşımı.

Zor demişken çok daha zor bir şey gördüm yaşarken. Yalnız kalmak...Yalnızlık dünyadaki en acımasız işkence. Bu sebeple mahkumlar için tek başlarına kaldıkları hücreler, zindanlar yaptırılmış yüzyıllarca. İnsanı yalnızlığa mahkum eden insanlar varmış.

Boş kağıt sayfalarından uçak yapıp, uçmayı bilmeyen sayfalara uçmayı öğretmeye çalıştım yıllarca. 10 saniye için bile olsa yeryüzünün üzerinde süzülebiliyorlardı. Uçmaya ihtiyaçları olup olmadığını sormadım. Fırlattığım gökyüzü ile savaşacak tek silahları cılız yapılarıydı. Taa uzaklara gitmeyi isteyebilirlerdi belki ama o kadar uzağı sadece görebilirlerdi gözleri olsa. Ama asla gidemezlerdi. Düştüklerinde yerden almadım. Orada öylece kaldılar. Geriye dönüp baktılar belki. 10 saniyelik ömürlerinde 10 saniyeyi de anlamlı geçirmiş oldukları için 10 saniyelik yaşlarını mutlu geçirdiler.

Yalnız kaldıkları andı asıl onları deli eden.

fotoğraf

Related Posts with Thumbnails